Birinci Cihan Savaşı ve Milli Mücadele yılları arasında Erzurum’da yayınlanan en önemli haber kaynaklarından bir de ‘Albayrak’ gazetesidir. Gazetenin baş sayfasının üzerinde “Vilayet-i Şarkiye Ermenistan Olamaz” ifadesi yer alır. Gazetenin 30 Eylül 1334/1918 tarih ve 37’inci sayısında Müştak Sıdkı, Suriye için bir yazı kaleme alır. Yazar, ‘Arap Evlatlara’ dostane serzenişler ve merdane öğütlerle söze başlar. Suriye’ye karşı sitem eder ve bize vefasızlık yapıldığını belirtir. Yazının devamında yazar: “Suriye, 30 Eylül 1334/1918’de İslam’ın vicdanına en büyük darbeyi indiren bir ülke olmuştur. Kuran’ın nuru, Peygamberin mirkadı (miracı), Arab’ın hakk-ı hayatı (hayat hakkı) için asırlarca hududunda bekçilik eden Türk o gün Suriye’den İngiliz toplarının himayesi altında Arap eliyle kovuluyordu. Efendisinin bu elim hezimetine candan yardım eden Suriye, tarihin bütün menakıb-ı mazisini (geçmiş tecrübeleri) unutmuş, İngiliz ihtirasına alet olmuş bir çılgındı. ‘Rabove Boğazı’nda şehit edilen binlerce Türk’ün naşı Arap atlarının namert hücumları altında çiğnenirken; İngiliz diplomatlarının kahpece tebessümleri dudaktan dudağa dolaşıyor. Bu ulvi şehit naaşları üzerinden Şam’a kokular getiren rüzgâr, Arap ihtirasatı yelpazeliyordu… İstiklal emelinin tahkiki, Türkü ezmekte, İngiliz satvetine (ezici kuvvetine) boyun eğmekte zanneden muhteris Arap ricali, açtıkları kanlı ve şiddettar bir sahife-i tarih önünde mağrur oluyordular. …Türk onlara hürmet etti, kendi öz vatanı bir harabe iken oraları imar, kendi oğulları açken onları terakki etti… Hiç bir Türk kalbi esir İslam ülkelerine artık yeniden birinin daha ilavesini arzu etmez, velev Suriye gibi Türk’ün yüreğine ezeli bir yara açanlar bile olsa… Binaenaleyh biz Suriye’ye hitap ediyor diyoruz ki; İngiliz siyaseti imha-i İslam politikasıdır.”
Dün bize bu elemli ve üzüntülü durumu yaşatanlar, doksan sene sonra hiçbir şey değişmeden kendi halkına yaşatmaktadırlar. Dün İngiliz siyasetine kurban gidenler bugün Sovyet, Çin, Amerika ve Avrupa Birliği siyasetine kurban gitmekle yüz yüzedir. Bizim kayda değer ve dünya siyasetinde etkin rol alabilen oluşturduğumuz askeri, ekonomik ve siyasi bir birlik var mı? Üyesi olduğumuz tüm kuruluşların hemen tümü Batı aklının ürünüdür.
Batı aklı, Birinci ve İkinci Dünya savaşı ile soğuk savaşın baş müsebbibi olmasına rağmen birleşebilme yeteneğini de içerisinde barındıran bir akıldır. Amerika Birleşik Devletleri, Avrupa Birliği ve Birleşik Devletler Topluluğu bu aklın ürüründür. Bize ait böyle bir üst akıldan bahsedilemez. Yaşadığımız coğrafyada ise çok sayıda topluluğun bir arada yaşayabilmesi ancak büyük ve kudretli bir imparatorluk sayesinde mümkün olabilir. Buna tarihimiz şahittir.
Gazetenin 12 Temmuz 1336/1920 tarih ve 100’ncü sayısında, birlikte yaşama yeteneğini kaybetmemizin nedenleri üzerinde duran yazar, yazısına şöyle devam etmektedir: “Daha birkaç sene evvele kadar hâkimi olduğumuz üç kıtadaki vatandan bugün elimizde kalan parça bize gösteriyor ki, asrın icabatına/gereklerine doğru gitmeyen, her türlü hadiseye karşı fikren mücehhez bulunmayanlar hayat mücadelesinde devriliyorlar. Filhakika,bugünkü ve dünkü sükûtumuzda/yıkılışımızın Avrupa zulmünün, küfüristan ihtirasının büyük mikyasta/ölçüde methali/payı vardır. Fakat, biz asrın ihtiyaçlarını idrak ederek o suretle hazırlanmış olsaydık, şüphesiz onlar bu kadar hayat damarlarımızı sıkıştıramazlardı. Vifak-ı ittihada (barışa, birlik ve beraberliğe) en ziyade muhtaç olduğumuz şu son senenin buhranlı günlerinde bizi içten ayıran, yekdiğerimize karşı gayızla (öfke, hınçla) kuşandıran devletler en ziyade cehaletimizden istifade ediyorlar. Binaenaleyh, şuna emin olunmalıdır ki; mefkûresini ilmin nurları altında bulan hiçbir millet mezar-ı tarihin göğsünde yoktur.”
Bugün, İslam toplumları ilimle, sanatla, bilgelikle ve ahlakla en donanımlı olmaları gerekirken, bu değerlerden yoksun olmaları nedeniyle, üzülerek belirtelim ki, bunların yaşadığı coğrafya, dünyanın yaşanması en riskli bölgesi haline gelmiştir. Dolayısıyla bu ülkeler, terörün, cehaletin, yoksulluğun, gelir dağılımındaki adaletsizliğin ve despotizmin yeşerdiği ve hayat bulduğu bir coğrafya haline gelmiştir. Bu kusurları başkasında arayarak ya da başkasını sebep göstererek bu ayıplarımızdan kurtulamayız. Tüm bu olumsuzluklardan birinci derecede sorumlu olanlar bu medeniyetin sahipleridir.
Yazar, kendi kurumlarımız arasındaki uyumsuzluğa parmak basarak şöyle der: “…Evvelen hükümet mefhumunu zulüm ve tazyik mahiyetine sokan idare usullerinin memurluk, amirlik zihniyetinin bilatereddüt tebdiline /değiştirilmesine müsaraat/teşebbüs edilmelidir. Şimdiye kadar mülkiye, askeriye, adliye, menafi/bayındırlık yekdiğerine zıt ayrı birer hükümet şeklinde tecelli eylemiş ve memleketin saadetini tekfil (kefil) eden hukuki esasları, kanunları bunların elinde birer saadet katil/ mutluluğu öldüren ve tahkim /baskı ve zulüm aleti halini almıştır…”
Birlikte rahmet vardır. Bu birlik; ahlaki, insani ve vicdani olmadığı sürece tasvip edilemez.
Yine, gazetenin başyazılarında eski siyasi sistem eleştirilirken, devletin halktan özellikle de Anadolu’dan “öl ve ver” sözünden başka bir şey bilmediği üzerinde durulur. “Hükümet millet için değil, millet hükümet içindir” ilkesinin kabul edilmesine itiraz edilir.
Yine, gazetede ülkenin en önemli iç meselelerinin; bayındırlık, yoksulluk, hastalık, eğitim, güvenlik ve vergiler olduğu ele alınır. “Türk köylüsü yolsuz, mektepsiz, sağlık ve asayişten mahrumdur. Faizcinin elinde esir, müstahsil/üretici olduğu halde bütün sorumluluk ve vergiler yine bunlara yüklenmiştir.”
Bizim savaşımız öncelikle terörle, cahillikle, yoksullukla, yolsuzlukla, ilaçsızlıkla, işsizlikle, evsizlikle olmalıdır.
Sonuç itibarıyla, unutulmamalıdır ki; aklın ve vicdanın kabul edemeyeceği talihsiz bazı olaylar, insanın insana, hele hele müslümanın müslümana saldırmasını ya da intikam almasını kesinlikle meşru kılmaz, kılmamalıdır da.
Editör
Son Güncelleme: 27.06.2012 16:36