Tarih olarak biliyoruz ki insan, öncelikle hukuk sahibi olmadan ahlak sahibi olmuştur. Çünkü hukuk yaratamadan yaşayan toplumlar vardır. Ancak ahlak yaratmadan yaşayan insan topluluğu yoktur. Ahlak, hukuka ve siyasete zemin hazırlamıştır. Soy, boy, oymak ve öz/aşiret boyutunda kalan devletleşememiş toplulukların hukukları ve devlet siyaseti olmamıştır. Çünkü onlar: Farabi’nin ifadesiyle “eksik topluluklar”, İbn Haldun’un ifadesiyle de ‘bedevi’ topluluklardır.  İlleşmiş, il tutmuş yani devletleşmiş toplulukların hukuku olur. Hukuk kuralları devlet gücüyle sağlanır. Ahlak kurallarını hukuk kurallarından ayıran neden de budur. Devletleşememiş toplulukların hukuku olmadığı gibi siyaseti de yoktur. Biz burada siyaseti, “her işi güzelce görüp- gözeterek nizama ve intizama sokmak” olarak anlıyoruz. Farabi’nin ifadesiyle: “Siyaset, insan kazanımına dayalı tüm gönüllü (iradi) davranış, iyi nitelik, huy, mizaç ve yetenekleri farklı olan bunca insana ortak kullanılmak amacıyla dağıtılması gereken iş ve yetenekleri yerleştirme ve bunların sürekliliğini onlarda kalacak biçimde korumadır.” İnsan, öncelikle birinci yaratılış dediğimiz kendine ait doğuştan getirdiği ve hazır bulduğu tüm yeti ve yetenekleriyle, farklı yeti ve yetenekteki insanlarla ahlaki, hukuki, siyasi, iktisadi ve eğitim gibi ilişkilere girerek kendini yeniden ikinci yaratılışa hazırlar.  İnsan için birinci yaratılışla ikinci yaratılışın uyumu en zor şeydir. Bu uyumu sağlayan insana hem kendisiyle hem de toplumuyla barışık insan diyoruz. Eğer doğduğu toplum devletleşememişse o insanda devlete ait bir yurttaşın düşünce ve davranış kalıpları olmayacaktır. Bu açıdan da ahlak siyaseti önceler.

      Yukarıdaki mısra uygarlığımızı sorgulayan Mehmet Akif’e aittir. Binlerce yıldır, devlet töresiyle devletleşerek yaşayan bizlerin ahlak, hukuk ve siyasetin bize kazandırdığı bunca kazanımlarına rağmen, son üç yüz yıldır sıkıntılı bir uygarlığımız var. Uygarlık değerler kitabıdır. Bugün en çok konuştuğumuz kavramlar: “eşitlik, özgürlük, adalet, hak” gibi kavramlar. Batı uygarlığı, Yunan- Roma değerleriyle, Musevi- Hıristiyan değerlerinden oluşmuş iki başlı bir uygarlıktır. Bu iki başlılık elbette bölünmüş iki kişilik meydana getirmiştir. Batılı insan daima bu bölünmüşlüğün farkında olarak ve bu değerler çatışması içerisinde yaşamını sürdürmektedir. Bu bölünmüş kişiliğini her gittiği ülkeye de bulaştırmaktadır. Biz de bundan yeterince nasibimizi aldık. Abbasiler tarafından Yunan- Roma değerlerini oluşturan kitapların hemen hemen tümü Arapçaya tercüme ettirilmişti. İbn Sina, Aristo’nun bir eserini 40 sefer okur anlayamaz. Aristo’nun eserini Farabi (d.850 - ö. 970) ‘şerh’ etmişti. Bu eser Orta Asya’daki bir Türk kentinde eski eser alıp satan bir sahafın rafındaydı. İbn Sina (d. 980 - ö.1037) bu eseri çok düşük bir paraya satın alıp, anlamadığı yeri okuyup anlayınca sevinçle dışarı çıkarak cebindeki tüm parasını sadaka olarak dağıtmıştı. Daha sonraları Aristo’nun eserlerini şerh eden Endülüslü filozof İbn Rüşt’ün (d. 1126 - ö. 1198) eserleri önemli Avrupa kentlerinde toplatılarak yakılmış ve yasaklanmıştı. Üç yüzyılı aşan batılılaşma serüvenimizde takındığımız tavır Batı’nın iki yüzünüzden birini oluşturan Yunan-Roma değerlerini yok sayarak bu serüveni yaşamak istememizdir. Bizim medeniyetimizin oluşturduğu değerler Yunan-Roma değerlerine yabancı değildir. Tam tersi onu Batı’ya yeniden tanıtan ve taşıyan biz olmuşuz. Önce Musevi- Hıristiyan değerlerine karşı çıkararak, bizi Hıristiyanlaştıracaklar, biz Batı’ya karşıyız diyenler ve onları cennete bile layık görmeyenler, şimdi Türkiye’de yapılan batılılaşma sürecinde hep şunu demektedirler; Batı’da ne varsa bizde de o olsun.  Ne varsanın içerisinde Yunan-Roma değerleri de olsun düşünülmüyor. Musevi-Hıristiyan değerleri olsun düşünülüyor. Yine Batı’da ne varsa alalım diyen bir grup ta zımnen Yunan-Roma değerleri olsun öteki olmasın diyor. Oysaki bu parça bölük alma çabası işte parçalanmış kişilik anlayışının ürünüdür. Burada şunu gözden ırak tutmamak gerekir: Musevi-Hıristiyan teoloji anlayışı, İslam’ın teoloji anlayışıyla uyuşmazlık göstermesine karşın, ahlaki değerleri açısından temelde birbiriyle uyuşmazlık göstermezler. Bizim Musevi-Hıristiyan değerlerine ihtiyaç duyduğumuzu söyleyemeyiz. İhtiyacımız yukarıda belirttiğim gibi Farabi’ye, İbn Sina’ya,  İbn Memun’a, İbn Rüşt’e geri dönerek onların uzun uğraşlar sonucu özümsediği ve bize mal ettiği değerleri ötelemeden geri almaktır. Bunu geriye dönüş olarak anlamamalıyız. Yine Timur’un ‘Tüzükatı’ Fatih Sultan Mehmet’in ve Kanuni Sultan Süleyman’ın meşhur ‘kanunnameleri’ hukuk ve siyaset metinleri olarak önemli metinlerdir. Bunlar çok hukukluluğun üstünde bir çeşit üst-hukuk görevi yapan hukuk metinleridir. Bunları yeniden gözden geçirerek üzerinde uzun uzuz düşünmemiz gerekir.  Amacımız, üç yüz yıllık Batılılaşma serüvenimize günahı ve sevabıyla bakarak, Batı’nın düştüğü bir daha kurtaramadığı ölümcül hastalık olan ‘bölünmüş kişilik hastalığına’ düşmeden ‘bütüncül kişilik’ kuracak bir uygarlığa sahip olmaktır. Ülkemizde laiklik adına Batı’da yapılanları ülkemize taşıyanlarla,  İslamlaşma adına da Kilisenin uygulamalarını bize taşıyanlar toplumumuzu dirilteceğim derken Batı’nın düştüğü bu ölümcül hastalığa toplumumuzu duçar etmektedirler. Amerikan parasının üzerinde ‘Allah’ yazılı, bizim paramızda niye olmasın diyenler hiç bir gün kendilerine şu soruyu sormadılar: bizim medeniyetimizde kullanılan paraların üzerinde ne yazılıydı? Hem Batı’ya karşıyız hem de onun bu hastalıklı uygulamalarını İslamlaşma ya da laikleşme adına alma çabası içerisindeyiz. Bizim “Sezar’ın hakkını Sezar’a, İsa’nın hakkını İsa’ya verin” diyen geleneğimiz yok. İki arada bir derede olmamızın sebebi bu anlayışı bizim anlayışımız olarak ağılamamızdır.  


Batı kişi hayatını: dini ahlak ve laik ahlak, laik eğitim-dini eğitim, laik hukuk-dini hukuk, laik devlet, teokratik/dini devlet diye ikiye ayırdı. Oysa İbn Miskeveyh’in ‘Ahlakın Olgunlaşması’ ve Farabi’nin ‘Mutluluğun Kazanılması’ adlı eserlerine bakınca bölünmüş bir ahlaka rastlanmaz. Dahası Yusuf Has Hacib’in Kutadgu Bilig’i bile bize bir yol gösterecek durumdadır. Farabi’nin, İbn Sina’nın gördüğü eğitim laik ve dini değildi, eğitimdi. Yazdığı ahlak kitapları da ahlak kitabıydı. Farabi’nin Medinetü’l-Fazıla adlı eseri Erdemli Devlet adındaydı. Ona göre siyaset: erdemli siyaset, ya da erdemsiz siyasetti. Ahlakı hukuka ve siyasete öncül yapmadan mutlu, erdemli,  özgür, hak, hukuk ve eşitlik içerisinde yaşamamız mümkün gözükmemektedir. Eski alışkanlıklarımız, okuma biçimlerimiz ve düşünce kalıplarımız içerisinde kalarak kusurlu dünyamızı kusursuz kılamayız. Çünkü kusurlu ve yaşanmaz kıldığımız dünyamızın sebebi bizleriz.  Akif’in ifadesiyle isli bir yorgan gibi üzerimizi örten ‘rezilliklerimizi’ üzerimizden atarak ve kaybettiğimiz erdemlere yeniden sahip olarak,  uygarlımızı yeniden kurmayı bir ümit olmaktan çıkararak, gerçeğe dönüştürebileceğimizi unutmamalıyız. İrade ve arzumuz bu bölünmüş kişilik yerine bütüncül bir kişiliğimizi oluşturmak ve onu korumaktır. Geçmişimiz bizim için iyi bir örnektir.
Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.