Okullarda karne dağıtımının ilk günüydü. Her zaman olduğu gibi yolumun üzerindeki dar gelirli vatandaşlarımızın yaşadığı sokaktan geçerken ellerinde karneleriyle tek başlarına evlerine giden öğrencilerle karşılaştım.
Aracımı durdurup yanına yaklaştığım küçük bir öğrenciye sabahın ilk selamını verip, karnesinin nasıl olduğunu sorarak diyalog kurdum. Şirin mi şirin bu çocuk ürkerek karnesini uzattı. Ders notları oldukça güzeldi. Kendisini tebrik edip bir karne hediyesi vermek istediğimi söyledim ama almak istemedi. Bin bir ricadan sonra hediyemi alıp, teşekkür ettikten sonra evin yolunu tuttu.
Biraz sonra ellerinde karneleriyle çocuklar görünmeye başladı. Hiçbirinin yanında velisi yoktu. Karne heyecanı ve mutlulukları sanki de yok gibiydi.
Neden sonra yolum bir okulun önünden geçti. Okul servisleri yolu kapatmış, trafik adeta felç olmuştu. Okulun önü veliler ve ellerinden tuttukları çocuklarla bir hayli kalabalıktı.
Sabah gördüğüm iki manzara karşısında vicdanım da sarsıntılar yaşadım ve eğitimde gerçekten fırsat eşitliği var mı? sorusuna cevap aradım.
Birkaç gün önce haber kanallarında izlediğim özel okul fiyatlarındaki astronomik rakamlar aklıma geldi.
Başkentte, markalı bir özel okulun, servis parası, yemek ve kırtasiye hariç, ilkokul birinci sınıflar için 650.000 TL istediğini işitince bu paraları kimler nasıl ödüyor sorgulamasını yaptım.
Özetle, bu tür özel okullarda bir ilkokul öğrencisinin veliye maliyeti neredeyse bir milyon TL’yi bulduğunu hesaplayıp, işin mantığını çözmeye çalıştım.
Bu ve benzeri özel okullarda eğitim gören birkaç öğrencinin ücret parasıyla, taşrada bir okul yapılır diye düşündüm.
Paralı aile çocuklarının daha iyi şartlarda eğitim ve öğretim gördüğü gerçeği ruhumu incitti.
Devlet okullarındaki eğitim ve öğretimin, fiziki şartlardaki abartılı farklar hariç bu okullardan neleri eksik diye sorgulayıp bu özel okullara olan ilgiyi merak ettim.
Karayazı’nın bir köyünde okuyan çocuklarla bu kolejlerde okuyan çocukların aynı parkurda yarışa sokulduğu mantığını anlamaya çalıştım.
İnternet bağlantısı dahi olmayan köylerde ve kenar mahallelerde yaşayan, marka nedir bilmeyen, forması, defteri, kalemi olmayan çocuklarla, marka giyinen ve ellerinden akıllı telefonları düşmeyen çocukların nasıl bir fırsat eşitliği içinde oldukları gerçeğiyle yüzleştim.
İçimi rahatlatacak çözümler ararken aklıma fanus içinde yaşatılan, sosyal ilişkileri yok denecek kadar az olan, okul, dershane ve ev arasındaki üçgende sıkışmış kalmış, yarış atları gibi sınavdan sınava koşturulan, arkadaşları ile ilişkileri sanal ortamda olan, mahalle ve sokaktan habersiz yaşayan çocukların mutsuz halleriyle; özgürce kırlarda koşan, arkadaşları ile kuru bir ekmeği paylaşan, yırtık bir topun peşinde saatlerce koşan, eski bir terlikle selfi çektiren, dershane ve test çözme yarışında olmayan çocukların mutluluklarını kıyaslayıp huzur buldum
Cumhuriyet öncesi ve sonrası bir türlü yoluna koyamadığımız eğitim sistemimizdeki eksikleri, ihmalleri ve devamlı değişen politikaları hatırlayınca böyle bir anlayışla sorunların derinleştiğini ve eğitimdeki fırsat eşitliğinin ortadan yavaş yavaş kalktığını ve sermaye guruplarının bu fırsatı iyi değerlendiklerini gördüm.
Bütün bunlara rağmen, devlet okullarında okuyan öğrencilerin de aradaki kulvar farkını kapatıp en iyi üniversiteleri kazandıklarına şahit olunca bu öğrencileri hazırlayan, ülkeye kazandıran ve her türlü zor şartlarda görev yapan öğretmenlerimizi şükranla andım.
Çocuklar saf ve temiz varlıklardır. Onlar bizim geleceğimizdir. Her aile çocuğunun en iyi şartlarda yaşamasını ve eğitim görmesini ister. Ülke olarak kişi başına düşen milli gelirimizi artırdığımızda, sosyal yapımızdaki derin uçurumları asgariye indirdiğimizde, eğitim ve öğretim deki fırsat eşitliğini asgari noktalarda sağladığımızda, vicdanlarımızın rahat edeceği bir sosyal yapıyı çocuklarımıza sunabiliriz.