Osmanlı Devleti döneminde kullanılan hicri takvime göre, yeni yılın ilk ayı Muharrem ayıdır. Muharrem ayı demek, biraz da aşure zamanı demektir. “Aşure cana can katar / Pişince bir köye yeter” diyenÂşık Muhlis Denizer; halkının gönül diline tercüman olarak, bu kadar sadelik içinde ne de güzel anlatmış bizim için bu geleneğin anlamını ve pişirilen aşurenin önemini…
Günümüzde hayatı zorlaştıran bazı örf ve adetlerin yanında, hayatı kolaylaştıran ve hediyeleşmenin, yardımlaşmanın önemini anlatan, komşuluk ilişkilerini pekiştiren adetlerimiz olduğu da muhakkak... Yaşatılması gereken âdetlerimizden olan aşure; dinî temele dayalı ve sadece biz de değil, nerdeyse bütün bir İslâm dünyasında görülebilen bir âdet. Erzurum’da ve bölgemizde olduğu gibi, başka illerde de meydanlarda, büyük camilerin önünde aşure pişirilmesi ve halka dağıtılması güzel bir adet olarak yaşamaya devam ediyor.
Osmanlı Devleti döneminde yeni yılın ilk ayı hicri takvime göre, Muharrem ayıydı. “Aşure günü” Muharrem ayının onuncu günüdür. Bu yıl, 5 Aralık 2011 tarihine denk geldi. Zaten kelime olarak anlamı da “onuncu gün” demek.
Bu aya giriş esnasında yeni elbiseler giyilir, çocuklar sevindirilirdi. Senenin hayırlı geçmesi için dua edilir, nafile ibadetlere daha çok dikkat gösterilirdi. Bir kutlama geleneği olarak yüksek devlet görevlileri padişahı ziyaret ederek yeni yıl nedeniyle tebrik eder, padişah da onlara "Muharremiye" denen armağanlar verirdi. Devlet ileri gelenlerinin kendilerine bağlı memurlara aynı şekilde armağanlar vermeleri adettendi. Şairler de boş durmaz, "Muharremiye" kasideleri kaleme alırlardı. Muharrem ayının hususiyetlerini, aşure gününde olduğu söylenen önemli hadiseleri dizelerinde anlatırlardı.
Kur’ân-ı kerîmde çok kıymet verilen dört aydan biri olan Muharrem ayında neler olduğunu birçok kaynaktan okuyabilirsiniz. Muharrem ayının onuncu günü ise; bu ayın en kıymetli gecesidir. Ancak yine kaynakların belirttiğine göre; aşûre pişirmeği ibâdet sanmak, bid’atdir, günâhdır. O gün, herhangi bir tatlı yapmak, tanıdıklara ziyâfet, fakîrlere sadaka vermek sünnetdir, ibâdetdir; diyor konunun uzmanları… Ayrıca; aşure; daha çok Türkler arasında yaygın olduğundan bu yemeğe bir Türk yemeği, geleneğe de Türk geleneği demek daha doğru sanki…
İslam tarihinin en trajik, en hazin, en incitici olaylarından biri olan Kerbelâ faciasının da bu günde meydana gelmiş olması daha önce cereyan eden sevinçli olayları gölgelemiştir ne yazık ki… Peygamberimizin iki gülünden biri olan Hz. Hüseyin, 10 Muharrem günü dönemin sözde Emevi halifesi Yezit tarafından siyasi gerekçelerle Kerbelâ’da hunharca şehit edilmiştir. “Kerbela'da şehitlerin şahı Hüseyin dışında Hz. Ali'nin dört evladı daha şehit olmuştur ve üçünün adı şöyledir: Ebubekir, Ömer, Osman... Bu hüznü, bugün de duyarak, Turgut Uyar'ın Divan'ındaki o dizelerle seslenmenin vaktidir :
"elleri koku dağıtırdı nasıl bir koku
suya gel kana gel bir yeni hasana gel
o öldü çünkü bir gülü tutmuştu bilmeden
sen istersen her gün gel her sene gel
hüseyin de öldü ölür hasan da öldü ölür
ölen ve dirilen o bitmez insana gel"
Erzurumlu Muhammed Lütfi Efendi‘de, bütün İslâm dünyasını derinden üzen bu olaydan duyduğu acıyı mısralara dökenlerden biri ve yazdığı “ağlar” redifli mersiyenin son kıtasında, bu hüznün hiç kimseyi ayırt etmeden herkesi nasıl sardığını bakın nasıl dile getiriyor:
“Muhammed Lütfî’nin bağrı delinsin
Pârelensin beden rûhu alınsın
Muhibb-i hânedan kimdir bilinsin
Gedâ ağlar, sultân ağlar, hân ağlar.”
Yine bir başka dörtlükte, bu zulmün, bu kötülüğün, İslam dünyasında ayrılıklara, bölünüp parçalanmalara yol açan bu hareketin yapıldığı ayın muharrem olduğunu belirterek, şöyle diyor:
“İmâm ki kâne boyandı
Bu zulüm arşa dayandı
Gayret-i Hudâ uyandı
Bugün mâh-ı Muharrem’dir.”
Ancak bu günü bir matem günü olarak anmanın yanında; tarihi önemini anlama ve ders çıkarma günü olarak da düşünmenin, aradaki ayrılıkların dayandığı temellerin anlamsızlığı üzerinde kafa yormanın; inancımızın ruhuna daha uygun olacağı kanaatindeyiz.
Ülkemizde daha yaygın olan “aşure” hakkında yazar Haşmet Babaoğlu’nungeçmişi yâdettiği ve bu geleneğin mutlaka yaşatılması gerektiğini vurguladığı satırlarını sizlere aktaralım:
“(…) Bir gece işin sırrını fark ettim... Bir ayindi bu. Ruh çağırma ayini gibi bir ayindi... Çocukluğumu çağırmak, çocukluğumda neredeyse "yoktan" varedilmiş sevinçleri, insanlar arasındaki muhabbeti, komşulukları anmak için bilinçdışımın kurguladığı bir ayindi... (…) Çünkü aşure sımsıcak gülümsemeler, biten küslükler, hep yeniden doğan ahbaplıklar, onca acıya, derde bile katlanabilmeyi mümkün kılan tatlar -tatlılıklar demekti...
Zaman geçiyor, devir değişiyor. Aşure pişirilen evler de aşure pişirenler de azalıyordur sanırım. Ama Allah'tan ki bu güzel yiyecek çok güçlü bir kadim geleneğe sırtını dayıyor.(…) Öyle bir bağdaşma ki, sanki kederin kanayan yarasını aşurenin tatlı dayanışması silip temizliyor, dindiriyor. (…) Peki aşurede sevdiğimiz bu çeşitlilik ve karışım neden bizi hayatta korkutuyor?
Neden inananlar bu yemekte buldukları hikmeti bir de toplumsal, siyasal hayat açısından değerlendirip kendilerine örnek almıyorlar? Bence en güzel, en tatlı, en doyurucu toplum yapısı "aşure gibi" olanı... Buğday, nohut, kayısı, süt, şeker ve hatta tek bir nar tanesi kadar "hür" ve aşure gibi kardeşçe yaşayabilenlerin toplumu... Tabii gel de bunu, aşureyi midesine indirmeye bayılan ama hoşlanmadığı her bulamaca "aşure gibi" diyebilen adamlara anlat!”(Bir "aşure" yazısı-19/02/2005-Haşmet Babaoğlu-Vatan Gazetesi)
Yazar Haşmet Babaoğlu’nun yukarıdaki cümlelerinde belirttiği gibi; bu güzel tatlı da birbiriyle ahenk içerisinde karışarak onu meydana getiren yiyecekler misali, bizler de cennet vatanda “hür ve birlikte” ve de kardeşçe yaşamalıyız. Bunu engelleyip, bizi birbirimizden soğutacak olanlara, bu toprakların her yanında pişen aşure geleneğinin diliyle cevap vermeliyiz.