Devir, kutlu bir devir…
Müslümanların henüz adalet, tevazu, merhamet, cömertlik ve de Allah’a kul oldukları bir devirdir.
İslam orduları cihattan cihada koşuyor, gaza üstüne gaza yapıyor, zafer üstüne zafer kazanıyor.
Yine o zaferlerden birinden dönmüştü mücahitler, herkes sevinçliydi.
Halife Ömer, Cuma hutbesini irad etmek için caminin yolunu tutmuştu.
Yolda, kendisiyle birlikte cihat eden, düşmana kılıç sallayan bir mümini gördü.
Ama bir sorun vardı, o mümin, Cuma namazına gitmeyecekmiş gibi umursamaz ve ümitsiz bir halde bitkin bitkin bir kenarda oturuyordu.
Ömer’in dikkatinden kaçmadı. Sordu:
“Ey kardeşim, sen camiye gelip namaz kılıp hutbeyi dinlemeyecek misin?”
Göğsünde taşıdığı yürek, cüssesinden çok daha büyük olan o mümin (ufak tefek bir adammış) cevap vermiş:
“Namazı kılacağım, ama seni dinlemeyeceğim ey Ömer!”
Ömer çok şaşırmış, bozulmuş, hatta üzülmüş.
“Neden ama?” diye sormuş.
O cismen ufak tefek olan ama manada bir hayli büyük olan mümin konuşmuş:
“Düşmandan bize ganimet olarak kumaş düşmüştü. Siz de o kumaşı pay etmiştiniz. Bana düşen paydan benim şu küçük bedenime bir elbise bile çıkmazken, görüyorum ki sana düşen payla sen kendine elbise diktirmişsin.”
Vay be…
Bu nasıl bir iman…
Bu nasıl bir öz güven…
Bu nasıl bir adalet sorgulaması…
Bu nasıl bir Halife de olsa kimseyi putlaştırmama anlayışı…
Bu nasıl bir “isyan ahlakı”…
Eeee…
Karşısındaki de Ömer…
Ne zaptiye çağırıp, “şu terbiyesiz herifi tutuklayın” dedi.
Ne de “Ulan sen kimsin ki müminlerin emirine bu tarzda ukalaca konuşuyorsun. Seni bu diyarlardan sürdüm, defol git” diyor.
Ne garip değil mi?
Bugün bunun binde birini icranın başındaki bir Müslümana yapsan, en hafif şekliyle polis copuna, birkaç günlük de nezarete maruz kalırsın!
Ömer’i, Ömer yapan ne ilk Müslümanlardan biri olması, ne de savaşlarda yalın kılıç çarpışması değildi.
Ömer’i, Ömer yapan, Allah’ın yaradılışına koyduğu fıtratı icabı insan olması, vicdan sahibi olması ve tabii ki en başta da adalet üzere olmasıydı.
Ömer, hemen yanı başında duran oğlu Abdullah’a döndü ve “sen buna cevap ver” dedi.
Abdullah utana sıkıla, kelimeler boğazına dizilmişken konuştu:
“Ey mümin kardeşim, sen de gördün, o gazada babamın ve sizlerin yanında ben de vardım. Aynı ganimetten bana da pay düşmüştü. Ben işte bana düşen o payı babama verdim, ancak bu sayede babama bir elbise olabildi.”
Bazıları için son derece absürt bir misaldir…
Öyle olmasaydı eğer, bugün, dün sövdükleri ne kadar eylem varsa hepsini kendisine tespih belirlemiş bu kadar abuk sabuk adam türer miydi hiç…
Kendisini tanımam bilmem…
Mandıracı olduğunu ve BİM’ler sayesinde bitinin kanlandığını biliyorum.
Bir zamanlar FETÖ devleti ele geçirip astığım astık, kestiğim kestik dönemini yaşarken bunlar dip köşe kaçan kimselerdi.
Sonra meydan bunlara kaldı!
Önceki gün Oltu’da bu MÜSİAD’çıların –ki, tıpkı bir zamanların ERGİAD’çıları gibi olmuşlar- bir temel atma törenleri vardı.
İşte o törene bu MÜSİAD’çıların ulularından Abdurrahman Kaan katıldı.
Tören başlayalı bir saat olmuştu.
Adam ortalarda yoktu.
Konuşmalar devam ederken, birden tören alanı karıştı, herkes aynı noktaya nazar kesildi.
Toz duman içerisinde son derece süper bir Mercedes insanları yara yara tam protokolün oturduğu çadırın burnunun dibine kadar girdi.
Herkes şaşkın bir halde bakıyordu. Önce bir süre kapılar açılmadı. Korumalar aracın etrafında tedbir aldı, tıpkı Amerikan filmlerinde olduğu gibi önce bir çift ayak sonra sevimsiz mi sevimsiz bir tip indi araçtan…
Vali şaşkındı…
Başkan Sekmen şaşkındı…
Ak Parti İl Başkanı Mehmet Emin Öz şaşkındı…
Hatta (Ankara’da bu görüntülere alışmış olması gereken) Milletvekili İbrahim Aydemir bile çok şaşkındı…
Adam arabadan indi…
Ne tören umurundaydı, ne de bu tören için gecikmiş olmasının mahcubiyetini taşıyordu.
(Tahammül edemeyeceğimi bildiğim için elbette ki konuşmasını dinlemeden alandan ayrıldım)
Dikkat ettim, Fuat Demir hariç kimse ayağa kalkıp selam durmadı diye biraz da bozulmuş bir halde yerine oturdu.
Yanımdakine sordum “kim bu Firavun naibi?”
“Abi nasıl tanımazsın MÜSİAD Genel Başkanı Abdurrahman Kaan!”
Yeminle söylüyorum ki tanımıyorum; hiç mi hiç ilgi alanıma girmeyen bir isim…
Çünkü bu tür örgütlerin FETÖ’cü olanları bir zamanlar bu devleti soyup soğana çevirdikleri için adının başına İslam ya da Müslümanlık koyanlardan tiksiniyorum, alayını bu ülkenin başına bela olmuş birer musibet olarak görüyorum.
Allah Allah…
15 Temmuz şehidi Ömer Halisdemir dirilip gelseydi, yemin ederim ki bu denli bir kibir ve ifrat halinde olmazdı.
Bu herifi Ankara’da ya da İstanbul’da kimse iplemez, sıradan derneklerden birinin genel başkanı o kadar…
Ama zatı muhterem (taşrada nasılsa herkes Ankara’dan gelene kul köle oluyor) Erzurum’da sanırsın ki cihanşümul bir “baş”
AK Parti kendisine destek için yeni ortaklar arayıp duruyor. Bu uğurda bir vakit bölücü, FETÖ’cü, PKK’cı dediği Meral Akşener’e bile gül uzatıyor.
Alâ…
Bu bile bir gelişme…
Ve fakat boş bir çaba…
AK Parti eğer bu MÜSİAD genel başkanı olacak herifler üzerinden kendisini temsil etmeye devam ederse, sizin temin ederim ki değil Meral Akşener’i, siyaseten Babacan ve Davutoğlu’nu da çatısı altına alsa da hikâye…
Çünkü tüm mesele şu:
İşin içinde halk olacak, samimiyet olacak, güven olacak, dürüstlük olacak, hoşgörü olacak ve belki de en birinci sırada MÜSİAD denilen o derneğin başkanı gibi kibir meftunu ve nefis tutsağı adamlar olmayacak.
Önceki gün Oltu’da MÜSİAD’ın başındaki o zatı gören aklıselim bir Allah’ın kulu, sırf o AK Parti’yi desteklediği için AK Parti’ye sıcak bakmaz…
İster kızın, isterse hızınızı alamayıp asın kesin…
Siz bilirsiniz.
Lakin bir dostunuz olarak size tavsiyem şu:
AK Parti olarak şapkanızı önünüze koyup muhasebe ve muhakeme yapın…
Tercih sizin…