2012 yılı Haziran ayının 23’ü… Vakit ikindi sonrası… Yer; öğretmenevi bahçesi… Erzurum’un değerli ressamı, hocası Fuat İğdebeli, rahmetli Baki Akçay ağabey, Doç.Dr.Ali Kurt, Abdurrahman Zeynel hocam ve ben… Ordan burdan sohbet ediyoruz. Biraz sonra aklımdan fotoğraf makinemi çıkarıp, birkaç kare çekeyim diye düşünürken, bir yandan da Fuat Hocamın bu konudaki tavrından biraz çekiniyorum. Niye derseniz; sanatçı kısmı, öyle her yerde, her zaman fotoğrafının çekilmesini kabul etmez. Hayata sanatın penceresinden bakanlar için, yapılan her şey böyle bir önem içerir. Neyse; bir anlık cesaretle kendisinden bu konuda izin istedim. Yüzündeki o kendine has gülümseyişle onayladığını belirtti ve ben de birkaç fotoğraf çektim. İşte bu fotoğraf da onlardan biri ve artık bu iki kişiden biri ebedi âlemin sakini…
Şunu da belirteyim ki; rahmetli hastalanmadan önceki zamanlarının büyük bölümünde Fuat Hocamla çok yakından ilgilendi, onunla ilgili olarak zihninden geçirdiği bazı projeleri, fırsat buldukça bizlerle de paylaştı. Bunlardan çoğu; memleketimizin bu önemli isminin hak ettiği kadar tanınıp bilinmediğiyle ilgiliydi ve naçizane ben de değişik yerlerde bu konuda bir şeyler karaladığımdan, paylaşmaktan zevk duyardı… Her neyse… İyi ki de bu fotoğrafı çekmişim ve ara sıra da olsa bakıldığında bir hatırlayışa vesile olacağı için sevinçliyim. Baki ağabeyin benim dikkatimi çeken ve birkaç defa da kendisine söylediğim yanı; onun Türkçeyi çok güzel kullanıyor oluşuydu. Diksiyonu, kelimeleri yerli yerince telaffuzu kadar, ses rengi de buna çok uygundu. “Keşke daha önce tanışsaydık da, hiç olmazsa bazı programlarımızda hem bilgi ve hem de seslendirme anlamında sizden yararlansaydık” diye kendisine ilk defa bu düşüncemi açtığımda, geçmişte bununla ilgili teklifler aldığından bahisle, bazı engeller sebebiyle bunun bir türlü gerçekleşmediğini söylemişti. Bunun bir kayıp olduğu kanaati ben de öylesine yer etmişti ki, seyrek de olsa bu durumu dile getirmekten kendimi alamıyor ve bundan ayrı bir memnuniyet duyuyordum. Zira böyle yeteneklere, hele de bölgemizde, kullandığımız ağız sebebiyle kolay rastlanmıyor ve biz yayın kuruluşu olarak halen daha bunun sıkıntısını çekiyoruz. Çünkü batıdan buralara insanları getirmenin güçlüğü erbabının malumudur.
Onu az çok yakından tanıyanlar bileceklerdir; kültürümüze ve özelde de Erzurum’la ilgili kaynaklara vukufiyetinin ne derece ilerde olduğunu… Ben görmedim ama, görenlerin anlattığına göre, kitaplarla arası çok iyi olan Baki ağabeyin epeyce sayıya ulaşan bir de kütüphanesi var. Ve işte şimdi tam burada ortaya çıkan bir başka sıkıntı da bu… Asıl sahipleri göçüp gittikten sonra geride kalanlar gerektiği gibi o kitaplara sahip çıkmadıkları için, ya darmadağın edilip, ölenin ruhunun muazzep olmasına, hatırasına saygısızlığa yol açıyor, ya da çağırıyorlar bir sahaf, haraç mezat veriyorlar gidiyor. Her iki halde arzu edilenin dışında… Dilerim burada aynı olay gerçekleşmez ve rahmetlinin kitaplarına evlatları hak ettiği değeri verip, gerektiği şekilde sahip çıkarlar. Veya bunu yapacak olan bir yere bağışlarlar. En azından hepsi bir arada ve istenildiğinde ulaşılabilecek yerde olur.
Baki ağabey, seyrek de olsa işyerime uğrardı ve her gelişinde uzun uzun sohbet ederdik değişik konularda… Ama bütün bu sohbetlerin ortak konusu ya kitaplardı, ya da şehir… Her iki konuda adeta hayatının nirengi noktasıydı.
Kitaplardan söz ederken dışa akseden yanında göze çarpan davranış mutlulukla ilgiliydi; fakat şehir gündeme gelince yüzünü saran ifade hiçte öyle değildi. Çünkü günümüz şehirlerinin birçoğuyla geçmişte eşdeğer anlamlar ifade eden Erzurum, ne yazık ki son yıllarda irtifa kaybetmiş ve onların çok gerisine düşmüştü. Bunu her manada söyleyebiliriz; insan unsuru, ticaret, kültür vesaire… İşte bu hâl; geçmişin canlı şahitlerinden olan, şehri her yönden iyi tanıyan, birileri gibi sözde değil özde Erzurumlu ve Erzurumluluğu adeta içselleştiren Baki ağabeye acı veriyordu. Tıpkı bunu kendine dert edinen başkalarına verdiği gibi…
Onun Erzurum’a olan bağlılığı konusunda işadamı, değerli hemşerimiz Gani Hamutçu internetteki mesajında şunu yazıyordu: “Yine derinden üzen bir ölüm haberi; Baki Akçay. Ramazanda İstanbul'a geldi, Vakıfta hasret giderdik. Aslen Karadenizliydi ama tam bir Erzurum sevdalısı, entelektüel bir şahsiyetti. Sohbette bir arkadaşımız dedi ki; “Baki abi İstanbul’a yerleş, yenge de rahmetli oldu, büyük oğlun da burada.” Cevabı şu oldu: "Yok, ben Erzurum’u bekleyeceğim, orada öleceğim". Kardeşi rahmetli Yavuz Akçay'da genç yaşta kaybettiğimiz yakın arkadaşımdı. Baki Akçay; Allah’ın rahmeti üzerine olsun, mekânın cennet olsun. O güzel sesin hep kulaklarımızda olacak.
Her geldiğinde; “Yeni bir şey var mı” diye sorardı ve ben de elimde olan kitaplardan, dergilerden, kurumumuzun üretimi olan sesli ve görüntülü yayınlardan verirdim. Ancak bazen yeni gelen bir şeyler olmadığında, kültürümüzle iç içe geçmiş bir ruha sahip bu kıymetli kişiyi eli boş göndermek bana üzüntü verirdi. Onunla ilgili bir başka üzüntüm de; kafası bu kadar bilgi, birikim ve tecrübeyle dolu olmasına rağmen; hiç yazmamasıydı. (Bir yandan da, belki yazmıştır da ben bilmiyorum diye umut ediyorum.) Bunu ona birçok kere ısrarla söyledim. Ne var ki; çok titiz bir yapıya sahip olması, aşırı ince eleyip sık dokuması, yani “mükemmeliyetçi” tavrı, önündeki en büyük engeliydi. Eskilerin de söylediği gibi; “mükemmel iyinin düşmanıdır.” Mükemmel olsun dediğinizde, iyi olanı da yapmanız mümkün olmuyor. Tabii bu benim kendi görüşüm; bunu da belirtmeden geçmeyeyim.
Onu son görüşüm hastanede oldu. Yatıyor oluşundan bile haberim yoktu; bundan yaklaşık on beş-yirmi gün önce, bir dostumun yakını için hastaneye uğradığımda, gelmişken Prof.Dr. Hakan Hadi Kadıoğlu hocamı da ziyaret edeyim dedim ve odasına çıktım. Çok üzgündü ve az sonra ben sormadan, Baki ağabeyden sözederek, durumunun sıkıntılı olduğunu, yanına her gidişte, bir şey yapamamaktan dolayı moralinin bozulduğunu söyledi. Gün içinde birçok hastayla karşılaşıyor olmasına rağmen, bir hekim için de yakınlarının ve dostlarının hastalığının verdiği keder, elbette diğerleriyle kıyaslanamaz. Biraz konuştuktan sonra oradan ayrıldım ve yanımdaki arkadaşla beraber Baki ağabeyi görmeye gittik. Zayıflamıştı ve o eski halinden eser yoktu. Ancak hastalığının farkında olmanın verdiği bir kabullenmişlik ve sükûnet hali vardı üzerinde… Yani ben öyle hissettim. Zaten çok kısa konuştuk ve Allah’tan şifa dileyerek oradan ayrıldım. Yine de, “çıkmamış canda umut vardır” diyerek, onu son görüşüm olduğuna hamletmedim.
Ne diyelim; kadere teslim olup, dua etmekten başka… Acizliğimizi, güçsüzlüğümüzü bilip, ona göre yaşayıp, kibirden, gururdan, riyadan uzak durmak gerektiğini, kendimize ve başkalarına hatırlatmaktan başka; ne gelir elimizden… En iyisi; Baki Akçay ağabeye Mevla’dan sonsuz rahmet niyaz ederek; bir türkünün ibretli sözlerine kulak vererek bitirelim cümlelerimizi:
Geldi Geçti Benim Ömrüm / Ömrüm Kadrini Bilmedim
Bir Kuş Gibi Uçtu Ömrüm / Ömrüm Kadrini Bilmedim
Bir Kuş Gibi Uçtu Ömrüm / Ömrüm Kadrini Bilmedim