“Baharın gülleri açtı” ve yeni bir uyanışın, yeni bir dirilişin sürükleyip getirdiği günleri yaşıyoruz. Toprak ısınmaya, sokaklar daha fazla insan sesleriyle şenlenmeye başladı. Bahar; getirdiği güzelliklerle, gönüllerde iz, yüzlerde gülümseme bırakıyor. Mart ayının gelmesiyle karlar da erimeye başladı. Suların dağlardan ovalara doğru çağıl çağıl akışı, bölgemizdeki tabiatı aylardır kaplayan beyaz örtünün yerini toprağa bırakışı… Bütün bunların hepsi baharın habercisi… Topraktan yükselen o mis gibi kokuyu ciğerlerimize çektikçe, baharın geldiğine ve tabiatın uyandığına, dirildiğine daha çok inanıyoruz. Herkesin bildiği gibi; ülkemizin diğer yörelerine kıyasla, bahar daha geç gelir, daha geç gösterir yüzünü bu bölgede yaşayanlara… Ancak, her şeye rağmen, yavaş yavaş da olsa, geldiğini duyurmaya ve güzelliklerden esintiler getirmeye başladı.
Ve bu ayın; doksan beş yıldır yaşanan bütün baharların ilk ayının ilk günlerinden birinin Erzurum için farklı ve büyük bir önemi var. Çünkü; 12 Mart 1918 tarihinde Erzurum ve Erzurumlular, düşman çizmesinden kurtularak, yeniden özgürlüklerine kavuştular. Bu durum; yalnızca Erzurumlular için değil, insanlık için de oldukça önemli… Zira bu tarih; bölge insanına; Erzurum’da, Van’da, Iğdır’da ve Anadolu’nun daha başka yerlerinde, akla, hayale gelmeyecek insanlık dışı her türlü işkence ve katliamı gerçekleştiren Ermenilerin, geldikleri yere gönderildikleri anın, tarihin sayfalarına kara bir leke olarak kaydedildikleri tarihtir.
O Erzurum ki; bir süre sonra, Kurtuluş Savaşımızın ve dolayısıyla Cumhuriyet’e giden yolun en önemli kilometre taşı olacaktı. Mustafa Kemal Atatürk, 23 Temmuz 1919’da Erzurum Kongresi’ni gerçekleştirecek ve arkasından, Erzurum hemşehrisi, Erzurum mebusu olacaktı. Ve Kurtuluş’a giden bu yol, 12 Mart 1918’de kurtarılan Erzurum’da yapılan hamleyle, daha da büyüyüp gelişecek, sonrasında da yeni bir devlete dönüşecekti. Ali Hallaç’ın mısralarıyla:
“Yürüdüler / Yer yürüdü / Alaylar, bölükler yürüdü / Dadaşlar, efeler yürüdü / Bir kaç kalpaklı, / Bir avuç atlı değildiler / Bir sonsuz ışıktılar yol alan. / Kâh Nene Hatun'un kağnısına rehber / Kâh gazilerin yarasına merhem / Bir tas çorba idiler yetimlerin sofrasına / Birkaç kalpaklı, / Bir avuç atlı değildiler / Konuşlandılar tam yurdun ortasına.
“Yürüdüler / Yer yürüdü / Alaylar, bölükler yürüdü / Dadaşlar, efeler yürüdü / Bir kaç kalpaklı, / Bir avuç atlı değildiler / Bir sonsuz ışıktılar yol alan. / Kâh Nene Hatun'un kağnısına rehber / Kâh gazilerin yarasına merhem / Bir tas çorba idiler yetimlerin sofrasına / Birkaç kalpaklı, / Bir avuç atlı değildiler / Konuşlandılar tam yurdun ortasına.
Ömrünün belki de en güzel zamanlarını bu şehirde geçirmiş birinin, şair ve yazar Cazim Gürbüz ise; yıllar önce yayınladığı “Saman O Yana, Buğday Bu Yana“ adlı kitabında yeralan “Erzurum“ şiirinin bir bölümünde, bu şehre dair hissettiklerini, yüreğinde sakladığı güzelliklerini mısralarla bakın nasıl ifade etmiş:
“Ana sütü gibi emdim türkülerini / İlk sende sevdim / Dünya görüşümün harcı karıldı / Sözüme öz kattın "yarenlikler" de. / Tabyaların, kalelerin, kümbetlerin.. / Kervan kokulu söylencelerin. / Bir başka şehirde yok / Sahabe kıskandıran ramazanların.“
Şimdilerde batıda bir yerde yaşamaya ve yazmaya devam eden sayın Gürbüz gibi daha niceleri, geçmişte burada geçirdikleri günleri, insanlarının, mekânlarının, çarşılarının, sokaklarının kendilerinde bıraktığı izleri, zihin defterlerinin en güzel sayfalarında tutmaya ve yeri geldikçe anlatmaya devam ediyorlar.
Onlardan kimileri ise, ötelerin sakini oldukları için bugün aramızda değiller. Ancak yazdıkları onları hatırlamamıza yetiyor. Bunlardan biri de, en verimli çağında sonsuzluğa uğurladığımız hemşehrimiz, şair, güzel insan Nazir Akalın... O da “Erzurum Kasidesi” başlıklı şiirinin bir bölümünde bakın nasıl haykırıyor; kendine yâr olmayan, ama yine de çok sevdiği bu şehre ve onun dağına, ovasına, kışına, karına:
“Bir mahmûr sarsıntıyla seslendim dağlarına
Yere diz vurmak için geldim kutlu kapına
Karanfiller kokuna yeni şerhler düşerken
Kanımdan renkler serptim dağlarının başına
Nerede kar kışının göğsüme vuran sesi
Sevda olup sıkıştım serçe yuvalarına
Omuzlarım karanlık devranlara çarparak
Başımı taşıyor bak Palandöken dağına
O kardelen yankını dur bir daha duyayım
Bulutlar çılgın çııgın düşmeden ilkyazına”
Yukarıdaki mısralarda şairlerinin de dile getirdikleri gibi, bu şehrin işte böyle bir yanı var; kolay kolay unutulmayan ve kolay kolay anlatılmayan ve belki de bir türlü anlatılamayan... Kaç yer değiştirilirse değiştirilsin, zamanın pergeli burada geçirilen günlerde daha çok sabitleniyor, bıraktığı izle etkisini daha uzun müddet devam ettiriyor ve anlamlı kılıyor.
Tarih boyunca da bu hep böyle olmuş. Bunun en önemli delili ise, başından geçenler, yaşadıkları, çektikleri... Yüzyıllar boyunca neler görmemiş neler... Anadolu’da Türk’ün hâkimiyetinin başlamasından ve Yavuz Sultan Selim tarafından kesinkes Osmanlı topraklarına katılmasından bu yana, Gazi şehrin başına gelmeyen kalmamış nerdeyse... Geçmişine bakarsanız; her acıya, her çileye rastlarsınız orada... İşgal mi dersiniz, katliam mı? Esaret mi dersiniz, zulüm mü? Huzurlu yaşadığı da olmuştur, zalimlerin şerrine uğradığı da... Bütün hepsini tarihin sayfaları arasında görmeniz mümkün...
Yaylada, “tey yücelerde” olan, “Karlı dağlara sırtını, gönlünü bir garip sevdaya” veren, “rüzgârları hudutsuz” esip, “kuşları hürriyet hürriyet” diye uçan şehir her 12 Mart’ta, bir yandan geçmişin kargaşalarla yüklü dünyasında zalimlerden kurtuluşunun sevincini yaşarken, bir yandan da, yine dirliğini, birliğini muhafaza etmeye çalışıyor ve şairin dediği gibi; “Süt mavi gecelerde, / Bembeyaz sabrına bürünüp ovaların, / Dağlarınca heybetli, yıldızlarca umutlu, / Bir eli tüfeğinde, bir eli kaşında,” dıştaki hainlere ve onların içteki uzantılarına karşı hudut beklemeye devam ediyor.
Çünkü bu hainlik, bu kendini bilmezlik o raddeye ulaşmıştır ki; bırakın toprağından pay istemeyi, asırlık türkülerine bile göz dikmiştir gözü çıkasıcalar… Adına ekin ekin manilerin yakıldığı, “Sen ağlama demiş canikom “Kirpiklerin ıslanır” / “Ben ağlım ki deli gönül uslanır.” denilerek, “çarşısına, pazarına” türkülerin koşulduğu, kapılarından kervanların oluk oluk aktığı, “yiğidiyle toprağının kaderinin bile yazıldığı” bu şehir için bir yerlerde yeni tuzaklar kurulmakta, boyuna yeni kefenler biçilmektedir.
Ne var ki; dost düşman hiç kimse unutmamalıdır ki; onun tarihinde göze çarpan en önemli nokta kahramanlığıdır. Yaşadığı bin bir acı içerisinde bile kahramanlığı elden bırakmamış, hiçbir vakit zulme ve zalime boyun eğmemiştir. Hamurunda olan mertlik ve yiğitlik izin vermemiştir buna... Doğruluğu ve imanı karşısında çökmüştür bütün güçlükler... Gün gelmiş, nüfusu yüz binlerden on binlere düşmüştür belki... Fakat yine de, kahramanlık timsâli olan Erzurumlu, kara sevdalısı olduğu hürriyeti ve varlığının en önemli nişanesi olan toprakları, hiçbir şey karşılığında feda etmemiştir. Çok zor şartlarda dahi bir çıkar yol bulmasını bilmiş, kanı pahasına da olsa, uğrundan dönmemiştir.
Her zaman şunun bilincinde olmuştur ki; vatan olmayınca, ne malın kıymeti vardır, ne de canın... Hepsinin varlığı, üzerinde yaşadığı, şehit mezarlarıyla süslü şu mübarek toprağa bağlıdır ve onun da kendisini bu kadar candan, bu kadar yürekten, bu kadar içten sevenden başkasına yâr olmaya niyeti yoktur. Şair Sırrı Akatay’ın mısralarıyla;
“Dağ değil Palandöken, gözdağıdır,
Yücesinde kurulmuş camileri seslenir
Duasında mümindir çifte minareler.
Üç kümbetler masalda Selçuk’un üç dilberi
Şahlanan bir gururdur beri yanında Aziziye
Sanatın çiçek açan bahçesi Yakutiye...”
Her 12 Mart; Erzurum Kalesinin beklediği kutsal sabahtır ve bugün, Erzurumlunun; “Zulmün kara güllesiyle, topu önünde, / İmandan fukara olan eğilir. / Bir karış toprağın öz kıymetini / Toprağa kanını dökenler bilir” diyerek kurtuluşa ulaştığı gündür. Günler ayları, aylar yılları kovalar, zaman geçer... Ateşler söner... Gözyaşları kurur... Yaralar savar, acılar diner... Geçmişte kalır kötü anılar... Yüreklerde... Gönüllerde... Dillerde yaşar kahramanlar... Düşmanlar barışır. Ama yine de, yılların ötesinde... Bir 12 Mart öncesinde... Zamanın sargısı altında kalan... Hatırladıkça kanayan, bir yara sızlatır içimizi... Ve; Osman Arı’nın cümleleriyle;
“Bugün o gündür Dadaşım... Sevincimizde; gözyaşlarımızın ıslaklığı... Mutluluğumuzda; yasımızın hüznü... Özgürlüğümüzde; kanımızın pahası... Hayatımızda; Türk olmanın gururu... Bayrağımızda; varlığımızın manası saklıdır. Hatırlanır bayramlarda geçmişin kanlı yüzü...Yürekler, her hatırlayışta ince bir sızıyla burkulur. Ve kutlanır 12 Mart Kurtuluş Bayramı... Bugün o gündür Dadaşım... Kutlu olsun bayramın...”
Ve şehri saran, dört bir tarafta yankılanan bir ses yükselir:
BU ŞEHİR SESİDİR BAŞTANBAŞA BİR MİLLETİN
BU ŞEHİR BEKÇİSİDİR YÜZYILLARDIR HÜRRİYETİN (İsmail Bingöl)
……….
Erzurum’un kurtuluşundan tam üç yıl sonra, tarihler 12 Mart 1921’i gösterirken, milletimiz bir başka güzelliği daha yaşadı. O da; bugün her toplantıda, her resmi bayramda, her kutlamada, onurla, gururla, kıvançla dinleyip okuduğumuz İstiklâl Marşımız kabul edildi. 724 şiirin katıldığı yarışmaya, o tarihte henüz 20 yaşında olan Erzurumlu bir şair; Kemalettin Kamu da katılmıştı ve şiiriyle son altı kişi arasına girmişti. Fakat bunlardan hiçbirisi Milli Marş olmaya layık görülmedi. Böyle bir marşın ancak Mehmet Akif tarafından yazılabileceği ve fakat; ödül meselesinden dolayı yarışmaya katılmadığı da ağızlarda dolaşıyordu. Hasan Basri Bey, ödülün kaldırıldığını söyleyerek, Akif’in yarışmaya katılmasını sağladı. Mehmet Akif’in şiiriyle birlikte üç şiir daha orduya gönderilerek, asker üzerinde tesiri en fazla olan eserin tespit edilmesi istendi. Cevap olarak Mehmet Akif’in şiirinin beğenildiği bildirildi. Milli Eğitim Bakanlığı tarafından gönderilen İstiklâl Marşı teklifi gündeme alındı, Hamdullah Suphi tarafından Meclis’te okundu. Büyük bir coşkuyla dinlenen marş, sık sık alkışlarla kesildi. 12 Mart 1921 tarihindeki toplantının öğleden sonraki oturumunda Akif’in marşı oya sunuldu ve “Oy birliği ile kabul edildi.” Kahraman orduya ithaf edilen marş, son okunuşunda ayakta dinlendi ve İstiklâl marşı olarak kabul edildi. Mehmet Akif; “Onu milletime ve kahraman ordumuza hediye ettim. Zaten o milletin eseridir, milletin malıdır. Ben yalnız gördüğümü yazdım.” dedi ve bu marşı Safahat’a almadı. Bu vesileyle; İstiklal Marşımızın büyük şairi Mehmet Akif Ersoy’u bir kere daha saygı ve rahmetle anıyoruz.