Yaşları yetmişi geçmiş… (Çoğu iki saatlik bir toplantıyı bile en az on kez ara vermeden tamamlayamıyor) Üstelik evleri, hatta devlet tarafından tahsis edilmiş arabaları, hizmetçileri, bahçıvanları, hatta sade vatandaşın on liraya aldığı her hangi hizmeti iki liraya satın alan imkanları olsun! Yetmedi, asgari ücretin de en az 30 kat üzerinde maaşları ve de koruma polisleri var. Soru şu: Bu durumda ki bir karı koca için bu ülkede geçinmeleri için ayda kaç bin lira lazımdır?
Rakam söylediniz ya bayım, siz bu soruyu bilemediniz!
Ne yazık ki insanoğlunun makam-mevki ihtirası yahut da daha çok para ve servet sahibi olma arzusu, ilke, inanç, vicdan ve ahlak değerlerinin önüne geçebiliyor.
Elbette ki bu her insan için geçerli değil, önüne dünyalar serilmesine karşın ahlaksız teklife “hayır” diyen milyonlarca insan var.
Kim bilir belki de insanoğlu eliyle çöplüğe çevrilen ve adeta “maymunlar cehennemi” olan bu dünya, işte o iyi insanlar sayesinde hâlâ dönmeye devam ediyordur.
ANAP’lı bir bakandan dinlemiştim, Rahmetli Turgut Bey ANAP’ı kurma aşamasındayken gayet tabi Anadolu’da parti teşkilatlanmasına gidiyor.
İşte bu kapsamda Doğu’da bir ilimizde, o ilin önde gelen, ama o gün itibariyle 93 yaşında olan bir şeyhi ziyaret ediyor, Turgut Özal’ın çalışma arkadaşları…
Durumu anlatıp partiye katılması isteniyor. 93 yaşındaki şeyh, “…Ben Turgut Bey’i severim. Eminim ki kuracağı parti de iktidar olacak. (zahir bunu derken keramet gösteriyordu! Öyle ya o günlerde, kim Kenan Paşa’ya rağmen başbakan olabilirdi ki! Cübbeli de kendini “keramet starı” zannediyor! Meğerse bu ülkede, eskiden ne keramet üstatları varmış!) Lakin ben çok yaşlıyım, bu sebeple beni değil de oğlumu yazınız” diyor.
Heyetin istediği de zaten tam olarak budur.
Bu arada şeyhin oğlu da 67 yaşında bir delikanlıdır!
Heyet o ilden ayrılır, ertesi gün Turgut Bey’in telefonu çalar:
Ahizenin öteki ucunda kendisinden emin bir insan vicdanı sorumluluğu ile önemli bir hakikate neşter vurmaktadır(!)
“Alo Turgut Bey, ben…şeyh … Turgut Bey, ben, dün sizin arkadaşlara vekil adayı olarak oğlumun adını verdim, ama sonradan düşündüm de oğlum çok genç belki bu işi kıvıramaz, arkadaşlara talimat veriniz de onu silsin beni yazsınlar!””
Makam-mevki böyle bir şey işte!
93 yaşındaki adam, oğlundan esirgediği vekilliği, kendisi için istiyor.
Tamam; tam tersi örnekler de var elbette…
Öyle babalar da geldi gitti ki ya da hâlâ devam ediyor.
Oğlu, daha doğrusu çocukları için canını bile gözünü kırpmadan verir…
Aziz dostlar, bu kadar lakırdıyı şunu demek için ettim.
Malumunuz, Cumhurbaşkanlığı bünyesinde kısa adı YİK olan Yüksek İstişare Kurulu tesis edildi.
Meclis eski başkanları da bu “kurul”un, (sanki Allah’ın emridir) tabii üyesi oldu.
Meclis eski başkanı demek, zaten emekli vekil olan kimselerdir; yani asgari ücretin bilmem kaç katı emekli maaşı alan ve yaş ortalamaları yetmiş olan kimseler!
Devlet, bu bey amcalara (hangi yüksek meseleleri danışacaksa artık) bir de bu mühim mesailerinden ötürü yine kamyon yükü ilave maaş verecek!
Ümit imanın yarısı ise, insaf, vicdan ve ahlak da imanın bizzat kendisidir. Ne eksiği ne fazlasıdır.
Dört dil bilen üniversite mezunu gencecik bir adam asgari ücretle iş bulduğunda şükür namazı kılıp Allah’a şükrediyor.
Yahu muhterem büyüklerimiz, siz ya hakikaten bizimle dalga geçiyorsunuz ya da ömrünüzde evinize ekmek götürememenin ne olduğunu bilmediğiniz için, aldığınız maaşın toplumsal karşılığını bilmiyorsunuz!
Diyebilirsiniz ki “…iyi de kardeşim bu görevi biz istemedik, bizi davet ettiler”
Eyvallah, tam da böyle olmuştur.
Lakin…
Torun torba sahibi muhterem “Ak Sakallılar”, (Ha bir de böyle bir durum var şimdi!. Sanki bu devletim ilgili hiçbir kurumu yokmuşçasına, adına “Ak Sakallılar” denilmese bile fiilen oluşturulmuş olan bir Ak Sakallılar Encümeni var) ciğer açıktaysa kedinin insafına ne diyelim peki?
Müslüman, Napolyon kadar ehli vicdan olamaz mı?
Evet; canımızı yakıyor, ama bu soruyu sormak zorundayız.
Ömrünü Napolyon’a hizmete adamış adamı, Napolyon’dan bir şeref madalyası talep ettiğinde, Napolyon O’na demişti ki:
“Sen kırk yıl bana hizmet ettin. İstediğin madalya ise, Fransa devletine ve halkına ait bir madalyadır. Şahsi servetimden sana her şey verebilirim; ama Fransa’ya ait bir şeyi veremem.”
Fırat’ın kenarında bir kurt bir kuzuyu kaparsa, adli ilahide hesabı Ömer’den sorulur noktasından, nasıl ve ne oldu ki bu noktaya geldik?
Napolyon kadar da mı artık cesur ve dürüst değiliz…
Bülent Arınç, maaşını eleştirenleri “edepsizlik”le suçlamıştı!
Canlı yayında herkesi azarladı, payladı ve tabii ki üste çıkmayı başardı! (Daha doğrusu o ve kendisini canlı yayında allayıp pullayan o ahmak cam soytarısı öyle zannetti)
Aynı Bülent Arınç, daha önce de benzer durumlarda yaptığı gibi, yine başka bir cam soytarısı bulup ekranlara çıkarak, esasında “edepsiz” kelimesini maaşını eleştirenler için değil de ülkenin temellerine dinamit koymaya çalışanlar için söylediğini anlattı.
Dikkat ettim, bırakın artık sünnet olmuş bir genç adam olan Mehmet Çınar’ı, daha ağzında emzik olan Mimi ve Dudidiş bile bu pespaye numarayı yemedi!
93 yaşındaki o şeyh nasıl ki söz konusu milletvekilliği, dokunulmazlık, yüksek maaş devlet üzerinde muazzam nüfuz gibi beşeri nefisleri kabartan dünyalık olunca, oğlunu bile devre dışı bıraktıysa, şimdinin Ak Sakallıları da, vekillik emekli maaşına ilaveten on beş yirmi bin lirayı devlete feda edemediler!
Anlaşılan o ki, ya sakallar artık “ak” değil, ya da “AK”lar artık eski samimiyet, inanç, azim ve dürüstlükten uzaklaşalı çok oldu!
Fırat’ın kenarında kurt tarafından boğazlanan koyunun hesabından endişe eden (Gerçi bu da başka bir şehir efsanesidir, ama neyse madem hikâyenin mesajı güzel böyle sürüp gitsin) Ömer’i geçtik… Birader, hiç olmazsa şu elin gavuru Napolyon kadar “hassas” olamaz mıyız?
Galiba, “Devlet malı deniz, yemeyen domuz” öğretisinin beşikten mezara kadar temel öğretim haline gelen bir toplumda, bizim sorguladığımız “yanlış” kadar komik bir şey olamaz.
Evet; g.. nüzle üzerime güldüğünüzü gördüm. Ne diyeyim, haklısınız.
Benim ki tamamen bir “devamsızlık” işte!
Halbuki “Pazar”da ucuzluk var! Patates iki lira, soğan bir buçuk lira…
Be adam Allah’tan belanı mı istiyorsun sen, otur ucuz ucuz zıkkımlan…
Keşke tarih de bizim kadar “dangoz” olsaydı.
Ama değil, tarih o Ak Sakallılar’ın nasıl akçe peşinde koştuklarını yazacak ve bizim gibi de lafı eğip bükmeyecektir.