"Günler geçip gitmekteler
             Kuşlar gibi uçmaktalar"
 
            Günlerin geçişinden, bir kuş misali uçuşundan duyulan üzüntünün dile getirildiği iki mısra... Aziz Mahmut Hüdai’nin... Hâl ehli, gönül ehli, zamanın kendinde bıraktığı izleri anlatmakta, diğerlerine göre daha mahir. İfade kudretinin yüksek olması, o kişiye, geçip giden zamana kendinden bir şeyler bırakma ve böylelikle, kendinden sonra da yaşama, dillerde, gönüllerde dolaşma imkânını bahşediyor. Tıpkı bu iki mısra münasebetiyle bizim onu yazanı andığımız gibi. Ve bu yazılanlar, kendinden sonra bir şeyler yazacak olanların da hareket alanını genişletiyor, yazacakları konuya giriş yapmalarına yardımcı oluyor. Bu iki mısraın konuya girmemde bana yardımcı olduğu gibi...
            Günler geçip gitti ve ilahi izinle bu sene de ramazana kavuştuk. Uzun zamandır gazetelere yazı yazmasak da, mutadı veçhile her yıl olduğu gibi, bu yıl da bir ramazan yazısı kaleme almak, bu ramazanda da kafamızdan geçenleri kağıda dökmek arzusu belirdi aniden içimizde...
            Cumartesi günü iftardan sonraydı. Ramazanın yaşantımıza getirdiği renkliliğin, farklılığın büyük bölümünün giderek kaybolduğunu, geçmiş yıllarda kaldığını düşünerek adımlıyordum sokakları... Çoğumuzun aklından geçen de, gün geçtikçe gözümüze daha bir hoş görünen, mâzinin kanatları altına gizlediğimiz hatıralar değil midir? İçinde bulunduğumuz duruma bakarak, geleceğin ramazanları hakkında fikir yürütmek doğrusu hiç işime gelmiyor. Bu anlamda değişime kızanlara hak vermemek mümkün değil.
Değişim, ama her şeyi kaybederek değil tabii ki... Teknoloji ne kadar ileri gitse de, zenginlik ve üretim ne kadar artsa da, insanoğlunu asıl doyuran, geçmişten devraldığı, her türlü fırtınaya, savruluşa, vurguna rağmen, muhafaza etmesi gereken değerler silsilesidir. Adına kültür dediğimiz, kaybedildiğinde yerine koyacak, ardında bıraktığı boşluğu dolduracak bir şey bulamadığımız bu kavram; ruhumuzdaki açmazların çaresidir ve millet olarak bizi ayakta tutandır. Yaşamanın ve yaşatmanın asıl şifreleri bunda gizlidir ve insan olmanın fıtratını destekleyip, ayakta tutandır. İnançtır, sevgidir, bağlanmadır, vefadır, inceliktir ve hülasa aşktır.
            Sözü yine asıl mevzuya döndürürsek; çoğunluğun devam ettiği, şâşaası ve gösterişi büyük camileri değil de, mahalle aralarında, sokaklarda kendi halinde duran, mütevazı, kurucusu dahi belli olmayan, şirin mi şirin, insana sükûnet, tevekkül ve kanaat telkin eden mescitleri daha çok severim. Cemaatinin birbirini tanıdığı bu camilere, hariçten biri gelince hemen anlaşılır. Ve meraklı gözlerle sorgulanır kişi. Ne yazık ki; şehirde yapılmaya çalışılan “kentsel dönüşüm” denilen faaliyet, artık külliyen cemaatsiz bıraktı bu şirin mahalle mescitlerini… Bakalım ilerleyen zamanda bunların etrafı ne şekilde dolacak, nasıl bir mimari gelişecek sağında, solunda…
            Yoncalık tarafından girdiğim şehrin iç mahallelerinde yürüyorum. Evlerinin bazıları çoğu harap olmuş sokaklardan geçerken, tek katlı mekânlardan sızan ışıklar, arada bir yanımdan geçen tanımadığım kişilerin verdiği selâmlar ve teneffüs ettiğim hava, geçmişteki bir mahalleyi, samimiyetini korumasını bilmiş bir sokağı hatırlatıyor bana... Ve benim muhitim olmamasına rağmen, ara sıra dolaşmaktan haz aldığım diğer bazı sokakları temelli terkedenleri de hatırlıyorum bu arada... Şöyle diyordu bir tanıdık; şehrin yeni yerleşim merkezlerine taşınan bir bir arkadaşını kastederek; " Tam on yedi yıldır eski mahallesine uğramamış." Vefasızlığın boyutuna bakın!
            Ne var ki Erzurum’un çoğu semtinde sokak diyebileceğimiz yerler şenliklerini yitirmişler, sokak kavramı tarihe karışır hale gelmiş. Dolayısıyla, geçmiş ramazanlarda iftardan sonra sokağı istilâ eden çocuk seslerinden eser yok. Hüzünlensek de nafile! Zira, yeni yerleşim merkezlerindeki  "yenişehir"  kültürü, bunun gibi daha nice adetimizi sildi süpürdü, alıp bir bilinmezliğe gömdü.
            Bu yıkık dökük mahallelerden birindeki küçük mescitten içeri giriyorum. Önünde küçük bir bahçe ve bahçenin içinde birkaç mezar taşı olan bir yapı... Kapıdan içeri girince, tahmin edeceğiniz gibi, camiin yarısını bile bulmayacak sayıda cemaat… Birçok camide olduğu gibi, burada da mahfil kadınlara ayrılmış. Mahfil deyince, Yukarı Yoncalık Mahallesinin eski muhtarı rahmetli Ahmet amca geldi aklıma... Ramazanda teravih namazını genelde Molla Kaya Camii'nin mahfilinde kılardı ve namaz bitinceye kadar bütün aralarda arka bölmedeki kadınlara sessiz olmaları, çocuklarına hâkim olmaları konusunda uyarılarda bulunur, "dur, sus " demekten yorulurdu rahmetli. Cemaatin azlığından da olsa gerek, burada en küçük bir ses bile gelmedi kulağımıza... Siz ne derseniz deyin, ama ben hiç olmazsa birkaç çocuk sesi, bir iki gürültü işitmeyi bu sessizliğe tercih ederdim.
            Duvarlarına, insanı tedirgin eden fayansların döşenmediği, eski ve ağır haliyle duran taşın duvarları oluşturduğu, huşû ve huzurunu muhafaza eden bu mekândan çıkınca, her gün ve her ramazanda bir şeylerin eksilmesinden duyduğumuz o hüzün yine yakaladı bizi... Ama değil mi ki en güzeli, onu beklemek ve onda olmak saadeti yaşamak. Bazı şeylerin hüznü kılcal damarlarımıza sızmış olsa da ve acıyı en derin şekliyle ruhumuzda duysak bile...
            Nice nice Ramazanlara...
Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.