Cağaloğlu, ister İstanbul’da, ister İstanbul dışında yaşasın, kitap dostlarının uğrak yeridir. İstanbul’a her gidişimde mutlaka bu semte uğrar, oranın havasını teneffüs ederim. Geçtiğimiz yılın sıcak bir bahar gününde, kitaplara düşkünlüğü en az benim kadar olan değerli dostum, TRT Erzurum Radyosu Yapımcısı İsmail Bingöl’le birlikte dolaştık Cağaloğlu’nu. Yayınevlerini gezip ilgimizi çeken birkaç kitap aldık. Dost ve arkadaş ziyaretlerinde bulunduktan sonra, nice zamandır uğramaya fırsat bulamadığım Galata Köprüsü’nün altındaki balıkçılarda balık ekmeğimizi yedik.
Akşamla birlikte önce Üsküdar’a, oradan da doğruca Çengelköy’e geçtik. Burada, çocuk kitapları, şiir, deneme ve incelemelerden sonra ‘Bıçak Sırtında Aşk’ ve ‘Aşk-ı Hayyam’ gibi romanlara da imza atmış İrfan Gürkan Çelebi’nin İstanbul Boğazı’nı adeta ayaklarımızın altına seren evine misafir olduk. Roman ve şiir gibi romantizm isteyen edebi ürünlerin ancak böylesi harikulade yerlerde hayat bulabileceğine ve sanatkâr olunabileceğine kanaat getirdim.
Akşam, geceye doğru ilerlemeye devam ederken, ut sanatçısı Hüseyin İpek de aramıza katıldı ve güzel bir edebi sohbet başladı. Udun tellerine dokunuldukça, sohbetin rotası bir anda musikiye döndü.
Makamlar arasındaki farkları bilmediğim halde şarkıların nağmelerinden, seslerin değişikliğini fark edebiliyorum, ancak müzik konusunda eğitimim olmadığı için hangi sesin hangi makama ait olduğunu bilemiyorum. Bununla birlikte musikiye bir yatkınlığım ve sese karşı duyarlığım olduğunu zannettiğim için, klasik musikimizden ses veren udun nağmelerine ve söylenen şarkılara dilimin döndüğünce eşlik etmeye çalışıyordum.
Ortamın tam da şiir okumaya müsait olduğunu gören, “Ay Düşleri”nin yazarı İsmail Bingöl, udun kulağımızı dolduran buğulu ezgilerine uyarak şiirlerinden örnekler sunmaya başlamıştı bile.
“Mehmet Akif’in ‘Çanakkale Şehitlerine’ şiirinden sonra Çanakkale üstüne şiir yazmaktan teeddüp ederim; bu sebeple ben Çanakkale şiiri yazamam” diyen İsmail Bingöl, 22 Mart 2012 akşamında sancılarını çekmeye başlayıp “Bir Ses Çanakkale’den” adını verdiği ve şehitlerimize armağan ettiği şiirini okumaya başladığında beni ayrı bir heyecan sardı. Şairin, o gecenin geç saatlerinde gönderdiği bu şiiri ilk okuyan bendim ve ilk kez okuduğumda heyecanlandıran bu dizeler, musiki eşliğinde okunurken önceki hissettiğim duygularıma götürdü beni. Şiir, tek kelimeyle olağanüstüydü.
Şehitlerimize…
Onlar ki;
Bin bir geceyi delen bir ışık seliydiler,
Düşmanın namlusundan cennete süzüldüler.
Çanakkale acıyı hissetmeden ölmektir,
Bu toprağın aşkıyla göklere yükselmektir.
Çanakkale ölümden yeniden doğulan yer,
Çanakkale şehidin dünyaya baktığı yer.
Bu yerden ses vermekte bütün cepheler birden,
Çanakkale bir bütün… Çanakkale bir beden…
Asırlar geçse yine burda zaman aynıdır,
Ruhlardan yükselen ses teselli menbâıdır.
Onun büyüklüğüyle toplu vurdu yürekler,
Onun muhabbetiyle erken soldu Mehmetler.
Bu sesin gölgesinde asker vatanı bekler,
Her ses bu sese bağlı… Bu ses ALLAHUEKBER…
O gece ilk okuduğumda bu şiirin kendi içinde bir musiki barındırdığını, eğer bestelenirse herkese çok değişik duygular yaşatabileceğini gönlümden geçirmiştim. Şair, şiirini coşkuyla okurken udînin de taksimden vaz geçip farklı bir sese yöneldiğini fark ettim. Musikinin sesine odaklanınca, ilk kez okurken içimden geçen “bestelenirse!” duygusu canlandı. İçimden, “acaba bu güzel şiire beste mi yapılıyor? Keşke öyle bir şey olsa” diye düşünüyordum. Adeta içim içime sığmıyordu. Sanki mızrabın dokunduğu tellerden çıkan ses, şiirde gizli olan musikiyi açığa çıkarıyor gibiydi. İçimdeki heyecan dalgasının giderek arttığını hissediyor, sessizce “ne olur Allah’ım uddan çıkan ses, bu şiirin bestesi olsun!” diye dua ediyordum.
Şiirin okunması tamamlanmıştı. Sormaya cesaret edemiyordum. Udî’nin, içimden geçenleri dile getiren “şiiri bir kez daha okuyabilir miyiz?” diyen sesini duyduğum an, hislerimde yanılmadığımı anladım. Artık yeni bir bestenin doğuyor olduğundan hiçbir kuşkum kalmamıştı. Daha bir hafta-on gün önce doğan bu taptaze şiire, elbise gibi yakışan bestenin ilk nağmelerine şahit oluyorduk. Şiir, coşkulu bir edayla tekrar okunurken, udun üzerindeki parmaklar da daha bir özenle hareket ediyordu. Uddan çıkan seste, adeta bir marş havası vardı. Şiirin okunmasının bitişiyle birlikte beklediğim o müjde geldi. Bestekâr, şiirin bestesinin, notaya aktarılmak üzere aşağı yukarı hazır olduğunu; üzerinde biraz daha çalışılınca bestenin tamamlanacağını belirtti.
Bir bestenin doğuşuna tanık olabileceğimi, üstelik de kısa bir süre önce bestelenmesini arzu ettiğim bir şiirin, içimden geçtiği gibi, fakat benim de içinde bulunduğum bir mecliste bestelenebileceğini asla tasavvur edemezdim. O anda aklıma gelen ilk şey, güzel manzaraların insana şiir ve roman yazdırdığı gibi, beste de ilham ettirebileceğiydi.
O gece, o beste, o mekanda doğduğuna göre demek ki şiir, roman, musiki, resim gibi sanatlarda ürün verebilmek için ilham verici yerlere veya kaynaklara ihtiyaç vardı. İşte yine o zaman, niçin İstanbul’un geçmişten bu güne bir sanatkârlar şehri olduğunu anlamış oldum. Ama Erzurum da şairler doğuruyordu. Çünkü Erzurum toprağı, bu vatan için toprağa düşmüş şehitlerimizin döktükleri kanlarla sulanmış kutlu bir mekândı. Buradan vatan şiirlerinin ilhamı alınmaz mı? Nitekim bu muazzam şiirin ilhamı Erzurum’da alınmış ve yazılmıştı. Daha nice şiirin Erzurum toprağından doğacağından kuşkum yok.
Ancak aradan geçen bunca zamana rağmen, şiirin marş formunda yapılmış bestesinden hala haber yok. Sesimizi duyar mı bilmem ama Hüseyin İpek Hoca’ya buradan "beste ne zaman söylenmeye başlayacak?” diye bir ses gönderelim. Bestekârın, herkesin severek dinleyeceği ve söyleyeceği, neredeyse tamamlanmış bu besteyi bizlerden esirgemeyeceği ümidiyle.