BİR ZAMANLAR ERZURUMDA HAYAT VARDI-1

Evet, bir zamanlar, yarım asır kadar önce, eteği açılan yeni yetme kızlara “adam gibi otur başımızı derde sokma” diye uyaran ağabeyler vardı.
Yaşlı teyzelerin, oğlum bana bir ekmek alıver diyerekten bakkala gönderiverdikleri, yaşlı amcalar yanlarından geçip giderken sigaralarını saklayan, yabancı konuklara gidecekleri yere kadar refakat etmeyi görev sayan ağabeyler vardı.
Makam araçlarının kışın kızaklar, yazın faytonlar olduğu, saraçlığın gözde mesleklerden sayıldığı, kesme taşlar ile konakların yapıldığı, ordu komutanlarının eşleriyle birlikte Cumhuriyet caddesinden Taş mağazalara oradan Gürcükapı’ya ve devamında Mumcu caddesinden yukarı çıkarak turlarını tamamladıkları zamanlar.
Kurtuluş törenlerinin Yoncalık Mahallesindeki Aliravi kışlasında başlayıp şehrin işlek caddelerinden geçilerek önce tahtacılarda ki Ezirmikli Osman Ağa konağı ve Mürsel Paşa Konağı önünde şiirlerin okunduğu ve törenlerin Yiğit Uyutmaz hanındaki son törenlerle tamamlandığı zamanlar.
Hırsızın peşinden seğirten, komşularına sahip çıkan ağabeyler, Kolluk kuvvetlerinin “polis amca”, izne çıkan erlerin “asker ağabeyleri” oldukları, banka soymaya kalkanları yakalayan “halk” vardı.
Okula yayan gidildiği, hocaların vurdukları yerlerde “güllerin bittiği”, bayram hediyesinin “mendil” olduğu, oyuncaksız zamanlar. Lala Paşa camiinin karşısındaki “Emirgan” çay bahçesinde tatlı tartışmaların yapıldığı, “Hemşin pasta” salonunda yüksek düzeyden tefekkür türü sohbetlerin tadına doyamadığım, “ imamın oğlunun” haylazlığının dillere düştüğü zamanlar.
Kapı komşusu “Rum”, “Ermeni” ailesiyle keyifsiz olmayan bir tecessüsle ilişki kurulduğu, Kapı komşusu subay ailenin tayininin çıkmasının sohbet mevzuu olduğu, hanımlardan “hanım”, beylerden “beyefendi gibi” davranmalarının istendiği, hanımsız, beyefendisiz, beysiz, abisiz, amcasız, yengesiz, efendimsiz konuşulmadığı, “Arz ederimin”, “rica ederim”,“estağfurullah” sız bırakılmadığı zamanlar.
Büyükler konuşurken çocukların susmasının beklendiği ,“Arsız” çocukların kulaklarının çekilmesinde sakıncanın görülmediği, tek çocukta kalmanın yanlış olduğuna inanılan, çocuksuzluğun “acıma” uyandırdığı, büyüklerin; çocukların yaşamlarında ayrı olduğuna inanılan, çocukların her yerde görülmediği ,“Ev alma, komşu al” diye insanların bir birine nasihat ettiği zamanlar
Erzurumluların; “millet bahçesinde”, “tohum ıslahta”, “müzenin arkasındaki bahçede”, “boğaz mevkiinde” seyre çıktığı, “Ilıcaya”, “Hasankale ye” haftalık seyire ve çermikler gidildiği, “Dumlu Babaya”, “serçeme deresine”, “yaylalara” dinlenmek için gittiği zamanlar.
Kapılarda; erkek, kadın ve çocuklar için kapı üzerine konulan “iki tokmak’lı” ,“Palandöken”, “Allahü Ekber” yaylalarında binlerce celebin otlatıldığı, “Dabak hane”,”Şabakhane”, “Akpınar”, “Dörtgüllü”, “Yazıcı”, “Cennet” çeşmesinden temiz suların içildiği zamanlar.
Köşkten aşağıya doğru, Dere Mahallesi, Çaykara boyunca “değirmenlerin” sıralandığı, Bu günkü Yunus Emre mahallesinin bulunduğu yerde “Fıkfıklar” denilen mevkinin “yetimler hamamı” olarak anıldığı zamanlar.
Terk ettiğimiz o güzel hasletler. “Küfrün yüz kızarttığı”, latifeye latif gerektiğinin düşünüldüğü, “küfrün” mizahtan sayılmadığı, el yazısının “inciliğinin”,doğru noktalamanın pirim yaptığı, öğretmenlerin ellerinin öpüldüğü zamanlar.
Her on beşlikten üçünün “şiir” yazdığı, “Yahya Kemalin”, “Ahmet Haşim’in”, “ Alvarlı Efenin” şiirlerinin ezbere bilindiği, Tek radyonun uzun dalga Ankara radyosunun olduğu, Tek gazetenin “Cumhuriyet” olduğu, Bayanların “sinemaya” gittiği, Yurt dışını hariciyecilerin dışında kimsenin görmediği, Yabancı dil bilenin parmakla gösterildiği, Kambiyo, kur, döviz, borsa gibi kavramların evlerde konuşulmadığı zamanlar.
“Erkeğin” evin mutlak reisi olduğu, aile içi “kavgaların” karakolda bitmediği, babanın ailesini tek başına geçindirmesinin beklendiği, gelinlik kızların sandıklarında 3-4 tane ihramla gelin gittiği, evliliklerin “görücü usulüyle”, kızların “göz ucuyla” görülüp, toy’la davul -zurna eşliğinde gelin götürüldüğü zamanlar.
Askerlik, polislik, şoförlük, profesyonel sporculuk gibi mesleklerin erkeklere özgü olduğu, annenin tüm mesaisini “ailesine” adamasının beklendiği, ev işlerinin sadece kadınlarının sorumluluğunda olduğu, kadınların kocalarından “beyim” diye bahsettikleri zamanlar.
Ev giysilerinin sokakta, sokak giysilerinin evde giyilmediği, erkeklerde “uzun saçın” kuşku uyandırdığı, erkeklerin öğle yemeklerini evde yedikleri, yemeklerin “ailecek” yenildiği, çayın yanında ev kurabiyesi değilse tırtıklı peti bör bisküvilerinin yendiği ,“şarap ve rakı” şişelerinin bakkalın raflarında toz tuttuğu, evde bulunması gereken tek alkolün “kolonya” ve “ispirto” olduğu zamanlar.
Bir yastıkta kocamanın kural olduğu, boşanmanın kuşku uyandırdığı, nikâh memurlarının “hastalıkta, sağlıkta” ki ifade edilen kilise nikâhına benzeme formülünün revaçta olmadığı ,“Evlilik dışı” beraberliklerin hoş görülmediği, yaşayanların toplumun dışına itildiği, evlilik dışı çocukların kabul görmediği, Beyaz gelinliği “bakirelerin” giydiği, Evlenme cüzdanı gösterilmeden otellerde aynı odalarda kalınmadığı ,“Sevgili” kelimesinin aziz tutulduğu ,“Metres hayatı” yaşamanın aşağılık sayıldığı, Anne-babalarının çocuklarının arkadaşları değil “ebeveynleri” olduğu, Genç kızların geceleri tek başına sokakta gezemediği, Kızların “sevgililerinin” duyulmazdan gelindiği zamanlar.
Bir zamanlar insanlar sevilir, eşyalar kullanılırdı, şimdilerde eşyalar sevilir, insanlar kullanılır oldu.
Mektuplar yardımıyla; sevgililerin, gurbete giden akrabaların, askere giden evlatların haberlerini “postacının” elinden alındığı, Kışın köy odalarında; “Ahmediye”, “Muhammediye”, “Akaid” ve “halk hikâyelerinin” okunup, dinlenildiği zamanlar.
“Kredi kartlarının” olmadığı sadece “peşin veya veresiye” alış verişin olduğu, sözün senet sayıldığı, Köylerde “delikanlı başının” seçimle geldiği ve bir yıl köy gençlerini idare ettiği, esnafların dertlerini dinleyen çözüm üreten “yiğit başlarının” olduğu zamanlar.
Lokanta veya evlerde sadece mahalli yemeklerin yenildiği, uzun kış gecelerinde “tel helvasının” yapıldığı, “masalların” anlatıldığı, “Kerem ile Aslı”, “Âşık Garip ile Gülsenem”, “Ferhat ile Şirin” hikâyelerinin sazla sözle anlatıldığı, sadece Ramazanlarda değil yılın tümünde yer sofrası kurularak ailece yemeklerin yenildiği, köylerde gelen misafirlerini “er kişi odalarında” yatırıp günlerce ağırlayan konakların olduğu zamanlar.