Unutkan bir milletiz. Unutkanlıklarımız sadece yakın geçmişe ait olanlarla ilgili değil; uzak geçmişimizde de ne olduğunu, nasıl yaşadığımızı, nelerle uğraştığımızı bilenimiz pek azdır. Hem zaten merak bile etmeyiz o uzak geçmişi. Kendini tarif edecek, kimliğinin ne olduğunu ortaya koyacak kadar tarih bilgisine, edebiyat bilgisine, kısaca buna dair kültürel altyapıya sahip kaç kişi var aramızda?
İşi gereği bir konuyu bilen, diğer konulardan haberdar değil ve bunun açlığını, eksikliğini hissetmediği için de, öğrenmeye lüzum görmüyor. Herkes kendi bildiğini diğerinden üstün görmekte ve zahmet edip; tarihini, sanatını, edebiyatını, yaşadığı coğrafyayı ve hatta kendi kişisel geçmişini, atalarının nereden geçip, nereye konduğunu, birkaç nesil öncesindekilerin isimlerinin neler olduğunu bile bilmiyor.  Batılıların “Aile (Soy)Ağacı” diye adlandırdığı kimlik bilgilerine önem veren kaç kişi tanıyor sunuz?
Halbuki eli kalem tutan insanlarımızdan hiç olmazsa bir bölümü kendi kişisel tarihleri hakkında bilgi toplayıp, sonra da bunu yazıya aktarsalardı, bir şehrin ayrıntılı tarihini elde etmiş olurduk. Eskiden yaşadıkları yerin nasıl olduğunu, nerelerde ne kadar bulunduklarını, hayatlarıyla ilgili merak uyandırıcı bazı noktalar, meslekleri, yaptıkları v.s.
            Oysa biz kendi çevremiz hakkında en küçük bilgiye sahip olmadan, bırakın ülkemizi, kendi aramızda “dünyayı kurtarma” operasyonları düzenlemeye, bu yolda fikirler ortaya koymaya ve büyük büyük sözler etmeye bayılırız. Bu büyük sözlerle kendimizi de büyük göstermeye çalışırız.
Hem zaten bugün geldiğimiz noktada artık geçmişimizin ne önemi var? Nasıl olsa kimimiz doktor, kimimiz avukat, kimimiz profesör, kimimiz işadamıyız artık. Babalarımızın ne olduğu veya bizim bu noktalara gelirken hangi zorluklarla karşılaştığımızın ve yendiğimizin ya da hangi işlerde çalışarak oradan elde ettiğimiz alın terinin, el emeğinin, göz nurunun yardımıyla buralara geldiğimizin ne önemi var? Hatta bu şehirde yaşıyorsak bile, şehri şöyle ara sıra dolaşmamız, şimdi çoğu “hâk ile yeksan” olup toprağa karışan eski mahallelerimizde nefes alıp nefes vermemiz ve bu konularda yazılmış birkaç yazıyı okumamız niçin gerekli?  Belki de bu tür yazılara şöyle bir göz atıp, “Yahu bu adam da ne diyor; başka işi gücü yok, gitmiş, Kadana Mahallesini, Mahallebaşını, Çırçırı, Yoncalığı geziyor; Kale’nin burcunda dolaşıyor, Esatpaşa yokuşunu anlatıyor. ” Çünkü yıkılana artık sahip çıkmayız ve o bizden değildir. Bir yanda unutuluşa terk edip, çeker gideriz. Aslında insana gösterdiğimiz vefa da bundan farklı değildir.
Acaba fildişi kulelerinizden (lüks otomobillerinizden) inip, yürüyerek şehirde en son ne zaman tur attınız, nelerin yıkıldığını görüp hüzünlendiniz, nelere içiniz acıdı? Ya da böyle bir yazıyı okuduğunuzda, geçmişte oralarda yaşadıklarınız gözlerinizin önüne geldi de, tutup iki satırla da olsa cevap verdiniz, olumlu veya olumsuz bir tepki gösterdiniz? Belki bunu yapanlar varsa da, bu anlattığım kesim içerisinde pek fazla yekûn tutmadığı kanaatindeyim.
               Bütün bunları yapmanın ilk yararı, insanı kibirden, gururdan uzaklaştırması ve mütevazılığı öğütlemesidir. İnsana nereden geldiğini ve “Ne olduğunu değil, ne olacağını” hatırlatmasıdır. Ve bugün elde ettiği statünün, mevkiin, zenginliğin, sadece kendi çabası ve gayreti sonucunda değil de, bunun dışında bazı şartların ilahi bir el vasıtasıyla bir araya getirilerek ona sunulduğunu düşünmesidir. “Gurura kapılmış insan heykelleri”ne dönüşen bizleri, en iyi ikaz edecek ve uyaracak olan, ara sıra geçmişe dönmek ve geçmişte ne olduğumuzu hatırlamamız olsa gerek.
İşte bununla ilgili, belki de bildiğiniz gerçek bir hikâye:
          “Yıl 1853’tü. Hâkim W.W.Pepper, Tennessee valiliğine getirilen bir dostuna, kendi eliyle yapmış olduğu bir mangal takımı hediye etti. Takımı hediye ederken, bunları kendi eliyle yapmış olduğunu da özellikle belirtti. Mangal takımını eliyle yoklayan vali:Bunlar usta bir elin ürünü” dedi. “Sizin usta bir demirci olduğunuzu bilmiyordum.Hâkimmütevazı bir tavırla omuzlarını silkti.Hâlâ daha, ara sıra bir demirci dükkânına girer, bir şeyler yaparım. Sayın vali, ben bir hâkim olarak doğmadım ve hiçbir zaman bu noktaya nasıl geldiğimi unutmak istemiyorum.dedi.Demircilik benim ilk mesleğimdir.O günü takip eden haftalar içinde, yeni valinin odasındaki lamba gece yarılarına kadar yandı. Valinin en yakın dostları bile, bu saate kadar onun ne ile meşgul olduğunu bilmiyorlardı. Nihayet, günün birinde, Hâkim Pepper, vilayet konağına çağrıldı. Valinin ona hediye ettiği güzel bir cüppeden dolayı memnuniyetini bildiren hâkim: “Ama sayın vali” dedi, “bana bu kadar pahalı bir cüppe almanıza gerek yoktu doğrusu.” Vali gülümseyerek:Satın almadımdedi.Kendi ellerimle diktim.Sonra şöyle devam etti:Ben de Andrew Jonnson’ın vaktiyle bir terzi olduğunu asla unutmak istemiyorum.O Andrew Johnson ki, yıllar sonra ismi Amerikan Başkanı olarak anılmaya başlayacaktı.”
           Bilgelerimize, düşünen insanlarımıza, geçmişimize dair birçok değeri alıp, kendi potalarında eritip, toplumlarına uydurdukları; biz ise bu değerlerin elimizden kayıp gidişinin farkında bile olamadığımızdan dolayı mı onlar şimdi dünyanın hâkimi ve bizimse onumuz, yirmimiz, bir Alman, bir Fransız, bir Amerikalı etmiyoruz.
Son bir cümle: Sadece unvanların konuştuğu yerde insanlık sükût etmiştir.
Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.
Avatar
Cüneyt Murat Tolan 2015-08-12 14:23:11

Çok güzel bir yazı, teşekkürler İsmail Abi.

Avatar
Hasan Taş 2015-08-12 11:41:17

kalemine sağlık dostum...