Boyutları Her Geçen Gün Büyüyen Tehlike: Çevre

Çevreyi kirletme ve doğayı tahrip etme, boyutları her geçen gün büyüyen ve dünyamızı çok önemli şekilde tehdit eden bir problem… Yüzyılın başında böyle bir problemi olmayan insanoğlu, acaba o zamanlar gün gelipte güzelim dünyanın bu hale dönüşeceğini hiç düşünüyor muydu? Düşünmeyi bir kenara bırakalım, acaba hayal edebiliyor muydu? Aslında bugün tanık olduğumuz ve giderek büyüyen bu ürkütücü manzaranın geçmişi, yüzyılın başından daha da eskilere uzanmakta... Şöyle ki, Amerikalı araştırmacı Henry Still bu konuda şunları söylüyor:

18. Yüzyılın ikinci yarısında İngiltere'de başlayan sanayi devriminden sonra geçen yıllardan beri insanoğlu dünyadaki hava, kara ve suların; kanalizasyonlardan, fabrikalardan ve nakil vasıtalarından boşaltılan atık maddeleri sınırsız ölçüde emip hazmedebileceğine körü körüne inanmıştı. Oysa insanoğlu yolun üç de ikisinden çoğunu geçip 20. yüzyıla geldiği zaman ne kadar yanıldığını anlamıştı. Nihayet şimdi yanlışlığını düzeltmek için harekete geçiyor.

Uzmanlar ise, başlangıcı geçmiş yüzyıla ve hatta daha öncesine dayanan günümüzün bu önemli meselesinin etkili bir biçimde kontrol altına alınabilmesini ancak çok yönlü bilimsel, teknik, ekonomik, idari ve hukukî girişimlerin koordineli bir halde, uzun vadeli planlar çerçevesinde gerçekleştirilmesiyle mümkün olabileceğinde birleşiyorlar.

Tabii çevrenin yapısının bozulmasına, hızlı gelişme ve nüfus artışı, gittikçe büyüyen kentleşme, hayat standardının yükselmesi sonucu tüketim artışı, petrol tüketimi ve taşımacılık, yeni enerji üretimi yöntemleri, bazı faaliyetlerde kullanılan ilaçlar ve bir kısım tabiat olayları yol açıyor. Tabii çevrenin bozulmasına sebep olan etkenleri özet olarak böylece saydıktan sonra, şimdide atalarımızın çevre temizliğine verdikleri öneme bir göz atalım:

-Müslüman Türkün hayatında hayır işleri yalnız insanları değil, hayvanları ve bitkileri de içine alırdı. Bunun içindir ki, hayvan hastaneleri ve vakıflar kurulmuştur.

-Yine bizim inanışımıza göre maddi temizlik aynı zaman da mânevi temizlik demektir.

-Haftada en az üç dört defa hamama gidilerek yıkanılırdı.

-Yemeklerden önce ve sonra ağız ve eller yıkanır, gül suyu gibi kokular sürünürlerdi.

-Hayvanlara haddinden fazla yük taşıtmak kanunen yasak olduğundan, bu gibi hareketlerde bulunanları zabıta kuvvetleri takip eder ve cezalandırırlardı.

-Pazarlarda canlı kuşları kafesleriyle alıp azat etmek, milli bir anane haline gelmişti.

-Evlere konmayan sokak köpeklerini beslemek için vasiyetnamelere maddeler konduktan başka, bunların barınması için yerlerde yapılmıştır. Fırıncılara ve kasaplara her hafta veya her ay köpekler için belli bir para verip et ve ekmek dağıttırmak âdeti de vardı. Yavrulayan köpekler için sokaklara küçük kulübeler yaptırılırdı.

-Leyleklerin, kırlangıçların yuvalarına hürmet edilir ve evlerin damında barınmaları hayra alamet sayılırdı.

-Büyük binalar yapılırken kuşlar için de yuva inşa edilirdi. Bu durum özellikle camilerde kuş köşkleriyle ilgili bir mimarî tarzın doğmasına sebep olmuştur.

-Hububat nakledilirken üstüne üşüşüp yiyen kuş sürülerine dokunulmazdı.

-Avcılığa pek rağbet edilmediği gibi, hayvanları korumak için ayrıca kanunlarda çıkarılmıştı.

-Ağaçların ve hatta verimsiz ağaçların bile sulanması için vakıflar kurulmuştu.

-Ev yapılan arsalarda bile eğer ağaçlar varsa, onlar için damlarda açıklık bırakılır, böylece kesilmeleri önlenmiş olurdu.

Bugün gelişmiş ülkelerdeki imrendiğimiz ve biz niye böyle değiliz dediğimiz birçok konuda onlardan ileriydik ama ne yazık ki atalarımızdan tevarüs ettiğimiz bu mirasa gerektiği gibi sahip çıkamadık. Bitmez tükenmez diyerek ormanları kestik, hayvanları bilinçsizce avladık, suyu israf ettik, takip ettiğimiz yanlış şehirleşme politikalarıyla her tarafı betonlaştırdık, yaşadığımız yerlerde bulutları çekecek alan bırakmadık ve toprağın bulutları, bulutların toprağı göremeyeceği hale getirdik. Dolayısıyla bugün, en büyük zenginliğimiz olan tabii güzelliklerimiz her geçen gün eski görkeminden uzaklaşmakta, beraberinde ise birçok sıkıntıyı, derdi getirerek, hoyratça davranışlarımızın ve hiç bitmeyecek sandığımız zenginliklerin elimizden kayıp gitmesinin cezası olarak bizlere üzüntü ve keder bırakmaktadır.

Atalarımız, çevre temizliğine ve tabii yapısının bozulmamasına bu kadar dikkat ettikleri vakitlerde, bu tür meselelerle karşı karşıya değillerdi. Çünkü onlar dünyanın kendilerine bir emanet olarak öncekilerden intikal ettiğinin ve kendilerinin de bu dünyayı aldıkları şekilde, yani havasıyla, suyuyla, toprağıyla, bitki örtüsüyle kendilerinden sonra gelecek olan nesillere bırakmaları gerektiğinin bilincindeydiler. Bu kadar titiz davranmalarının altında yatan tek amaç buydu ve bu amacı gerçekleştirme adına ne gerekiyorsa yapmaya çalışıyorlardı. Acaba bugün biz yüzleştiğimiz bu acı görüntüyü, bu denli mühim bir problemi çözmek adına onların yaptığının kaçta kaçını yapıyoruz? Toplum ve fert olarak bu uğurda hangi fedakârlığı yapıyor, hangi sıkıntılara katlanıyoruz? Yoksa bizler çocuklarımıza temiz bir dünya değil de kirliliğe bulanmış bir dünyamı bırakmak istiyoruz? Eğer temiz bir dünya bırakmak muradımızsa, üstümüze düşen görevi yerine getirmeye bakalım bir an önce…

Sanatçıların hemen hepsinin ürettikleri eserlerde malzeme olarak kullandıkları doğa konusuna mısralarıyla değinen ve bunu kalbimize, hissiyatımıza seslenerek yapan, her gün seyrettiğimiz görüntüyü mısralarıyla canlandırmaya çalışan, şiirimizin önemli isimlerinden, rahmetle andığımız Dilaver Cebeci,Çocuk ve Resim” adlı eserinde, anlattığı güzelliklerin resimlerde kalmaması için adeta çevreye yaptıklarımız konusunda bizi bir kez daha düşünmeye, olanlardan ibret almaya davet ediyor:

Bir çocuk resim yapıyor:

Tutup ebemkuşağını sermiş önüne

Ve o asil beyazlığa eğmiş başını

Kalemleri yeşil, mavi, al, sarı…

Düşürmüş de kâhküllerini bir masal beldesine,

Huzura şekil veriyor incecik parmakları…

Bir çocuk resim yapıyor.

Uzun kirpikleri geziniyor mor dağlarda,

Ufukta gülüp duruyor alev saçlı bir güneş,

Barışın gökçek maviliğinden kuşlar geçiyor

Yamaçlarda beyaz papatyalar açıyor…

Bir çocuk resim yapıyor.

Bir dere geliyor sonsuzluktan, akıyor sonsuzluğa,

Dirliğe boy atıyor kıyısında çimenler…

İki ağaç baş başa seyrediyor gökleri

Yanağından pembeler dökülüyor çocuğun

Cömert bir yağmur gibi suluyor çiçekleri…

Ah çocuk canım çocuk,

Gel şu kirli dünyayı libâsından soy

Düşleri nakışlı çocuk, elleri hünerli çocuk,

Resminin bir yerine beni de koy…”