Evet, dünyanın dört bir yanında (daha doğrusu demokrasiyle yönetilen ülkelerde) gazetecilik, o toplum için hayat kurtaran bir aşı, yaşama sevinci ve itiraz etme ahlâkının yegâne sembolüdür.
Gazeteci sorgular, gazeteci itiraz eder, gazeteci şüphe duyar…
Çünkü gazeteci, emme basma tulumbası değildir.
Ama aynı zamanda gazeteci, kuyumcu terazisi kadar hassas kimsedir.
Ve gazeteci odur ki, güçlünün değil, haklı olanın yanında olan kimsedir.
Mesleğimize dair bu kısa tanımı yapıp, ayıptır söylemesi yaptığımız işin ehemmiyetine vurgu yaptıktan sonra gelelim yazının başına koyduğumuz at nalı iriliğindeki o başlığın muhtevasına…
Türkiye, tabiri caizse Halide Edip Adıvar’ın o muhteşem tasvirinde olduğu gibi adeta “ateşe koşan kelebekler” misali, 15 Temmuz’da tankların önüne yatmış, uçaklardan üzerlerine atılan bombalara gövdesini siper etmişti…
Türk uçakları, kendi vatandaşlarını vuruyordu.
Türk askeri (çünkü üzerindeki üniforma öyle gösteriyordu, tabii ki onların Türk ordusunun içine sızdırılmış hain olduklarını bilemezdik) kendi vatandaşına namlu çevirip, hiç tereddüt etmeden tetiğe basmıştı.
İşte o en zifiri karanlık günde, kimileri vatanın geleceği için canını dişine takıp sokaklara dökülmüştü, kimileri de “acaba ben bu işten bir kazanç elde edebilir miyim” düşüncesindeydi.
15 Temmuz’dan öncesine gidelim. Yer İstanbul…
İstanbul emniyeti bir Erzurumluya emanet…
O Erzurumlu ki meslek hayatında ne polislik yaptı, ne emniyette çalıştı, ne de devletin içine sızmış çetelere karşı mücadele vermişti.
Buna rağmen o Erzurumlu, İstanbul gibi bir metropolde öyle cesurca işler yaptı ve öyle radikal kararlar aldı ki kırk yıllık polis şefleri bile bu durum karşısında yalnızca şapka çıkardılar.
Erzurumlu bir köylü çocuğu, İstanbul’da paralel yapıya karşı destan üstüne destan yazıyordu.
Arkasında ne lobiler, ne baronlar, ne para babaları, ne tarikat ve cemaatler ne de dış kaynaklar vardı.
Narmanlı sade bir ailenin üniversite okumuş, inanmış bir ferdi…
O genç ve cesur adam bir gün görev yaptığı binadan çıktı karşı kaldırıma yürüdü.
Gördüğü karşısında adeta beyninden vurulmuşa dönmüştü.
Çünkü o karşı kaldırımdaki restoranın alnında, kendi soyadını taşıyan kebapçı dükkânı vardı.
Mesele çok geçmeden anlaşıldı:
Tamahkâr ve de işgüzâr bir aile ferdi, kendince ticari bir atılım olarak gördüğü büyük bir yanlışa vesile olmuştu.
Polis müdürlüğünün tam karşısında, o günkü polis müdürünün soyadını taşıyan bir kebapçı…
Ahmet Kaya’nın dediği gibi neresinden bakarsan bak tam bir tutarsızlık!
Hayatını dürüstlük ve ilke üzerine bina etmiş bir kamu görevlisine, kendi aile yakını eliyle atılacak en büyük kazık budur.
Çok kızdı, öfkelendi, bağırdı çağırdı ve hemen talimat vererek o tabelanın oradan indirilmesini ve de o kebapçının en kısa sürede kapatılmasını sağladı.
Hani denir ya “Babamın oğlu da olsa affetmem.”
O da aynen öyle yaptı, babasının oğlunu yani öz kardeşini affetmedi.
Sevgili dostlar bu ülkede kimileri rol yapıyor, kimileri de yol…
Eğer Narmanlı o yiğit adam olmasaydı, kimbilir bugün Türkiye nerelere savrulmuş olacaktı.
Tahmin ediyorum, soruyorsunuz kim bu yiğit adam diye…
Emin olunuz ki ben de çok araştırdım, ama Narmanlı olmasından öte bir bilgiye sahip olamadım!
Bazıları, milletvekili filan olduğunu söylüyor, doğrudur; ama bana sorarsanız ben o köylü çocuğunu, yani babasının oğlu bile olsa affetmeyen o yiğit Dadaşı, bu şehrin güzel bir evladı olarak, tıpkı Sümmani’nin dediği gibi bir kenara yazıyorum.
Sen çok yaşa ki o güzel memleketim, daha nice kahramanlar senin adınla hep var olsun…
Şair diyor ya “Erzurum’a kar yağardı”
Eyvallah; Erzurum’a hep kar yağar da ama, aynı Erzurum kar kadar beyaz, kar kadar lekesiz kar kadar saf yiğitlerin de harman olduğu bir derbent beldesidir.
Sevgili dostlar, Erzurum böyle olmamış olsaydı eğer, Mustafa Kemal Paşa onca meşakkati göze alıp Erzurum’a ulaşmaya çalışır mıydı?
Ezcümle, bazıları niyedir bilemem, bu şehri arada bir de sınayıp duruyor.
Ayıp oluyor efendiler, hem de çok büyük ayıp…