-Evden çıktım gazeteye kadar yürüdüm… Bugüne kadar görmediğim bambaşka bir Erzurum vardı karşımda…

-Dört bir yanı tarih kokan bu güzide şehir, sanki yeni bir başlangıç yapmaya hazırlanıyordu.

Anka kuşu Kaf Dağı’ndan gelir mi gelmez mi bilemem, ama inanıyorum ki benim güzel şehrim ve güzel ülkem çok yakında yeniden özgürlüğün enginliklerinde kanat çırpacak…

-Polisin nezaketi, belediyelerin aralıksız hizmetleri, fırıncıların, sucuların ve elbetteki sağlıkçıların olağanüstü gayretleri, şehre damga vuran manzaralardan yalnızca bazılarıydı.

-Erzurum, kendi yaralarını saran yorgun bir savaşçının ihtiyatlı teslimiyeti içindeydi…

-Dağlar, kardan şapkalarını takmış, yağmur yüklü bulutlarla selamlıyordu Erzurum’u…

-Her gece yeni bir sabaha gebedir, tevekkülü içindeydi Erzurum… Şimdi muhakeme ve muhasebe zamanı der gibiydi…

Yasağın ikinci günü yani bugün, maskem takılı, cebimde dışarı çıkmama imkân tanıyan basın kartım olduğu halde öğlene doğru evden (Kayakyolu) çıktım, çok sık aralıklarla yaptığım gibi yürüyerek (Vaniefendi Mah.) gazeteye geldim.

Bu güzergâh, yaklaşık 3 bin 500 adım ve takriben iki kilometredir.

Size yol boyunca gördüğüm manzarayı tasvir etmeye çalışayım kendi zaviyemden:

Dört bir yana mahzun bir sükûn hakimdi…

Tek tük geçip giden arabaların arkalarında bıraktığı ses de olmasa, sanırsınız ki şehir üstü açık bir yas evi…

Anayolları ve caddelerin giriş çıkışlarını polisler tutmuş…

Yüzlerinde maske, ellerinde eldiven, üzerlerinde üniforma…

3 bin 500 adımlık yolda tam dört defa durduruldum.

Her seferinde de o gencecik polisler birer nezaket abidesiydi.

Sanırsınız her biri sosyal ilişkiler uzmanı, şefkat ordusunun birer neferi…

-Beyefendi, biliyorsunuz sokağa çıkma yasağı var.

-Evet biliyorum.

-O halde görevli misiniz?

-Evet, basın mensubuyum.

Farkediyorum, az da olsa tereddüt içinde, acaba doğru mu değil mi?…

Anında bu güzel adamın tereddütünü ortadan kaldıracak hamleyi yapıyorum.

-Memur bey kardeşim, basın kartımı göstereyim size…

Ben daha cebimden cüzdanımı çıkarmadan…

-Tamam, buyurun gidebilirsiniz amca… (Gerçi amca demese de misal, abi deseydi çok daha iyi olacaktı, ama neyse… Memur da haksız değil hani, ben tutar eşimden yardım almadan uzamış saçlarımı kendim kesersem, sonuçta işte böyle (kırkılmış davara benzeyen) bir kafa çıkar ortaya.)

Biraz yürüyorum, bu kez başka bir kontrol noktası ve başka polis memurları…

Zahir bunların hepsi anlaşmış…

-Beyefendi göreviniz icabı mı dışarı çıktınız?

-Evet memur bey, basın mensubuyum, gazeteye gidiyorum.

-Buyurun, kolay gelsin.

Vatandaşın beyanı devlet için esastır evrensel ilkesi, Erzurum caddelerinde çoktan kuvveden fiile geçmişti…

Ayan beyan anlaşılmaktaydı ki bu şehirde, vatandaşına değer veren bir vali, bir emniyet müdürü ve onlarca başka vazifeler icra ediyor olsalar da şehir yöneticileri vardı.

Kediler, köpekler ve kuşlar olabildiğince özgür ve umarsızdı.

“Bahar varmış seyran varmış dışarıda mahkûmlar bilmez, gardiyanlar söyler” demişti şair…

Erzurum, baharın geldiğinden habersiz mahpus misali, kulağı kapıda gözü semada, tuvaldeki bir portre giydi.

Dokunsanız sizi duymaz, size cevap veremez…

Kimi binaların önüne konulan yiyecekler, su kapları onlar adına Erzurum’u şölen yerine çevirmişti.

Keşke Reyhani usta da görseydi, “bu dağı bekleyen vefalı kargalar” yine nöbetteydi, yine bu şehri bekliyordu…

Apartmanlar bir film dekoru gibi hareketsiz, besbelli ki içlerindeki insanlar sessizlik beşiğinde mışıl mışıl uyuyor…

Dükkânların kepenkleri, babasından azar işitmiş yaramaz bir çocuk gibi küskün ve boynu büküktü…

Mağazaların vitrinleri, sanki evin kilerine atılmış eski eşyalar gibi unutulmuşluğun vefasızlığını haykırıyordu…

Çevre pırıl pırıldı… Ne çöp kutuları dolup taşmıştı, ne de sokaklar atıklara teslimdi...

Sanki de bir irade şöyle haykırıyordu:

Bu şehirde yalnızca sokağa çıkma yasağı var, belediyeler “hizmete paydos” demedi ki…

Bayram gününe hazırlanan evler gibiydi dört bir taraf… Eski de olsa tertemizdi…

Hava soğuk ve ıslak…

Her nefes alıp verdikçe kendi nefesimin sıcaklığından terleyen yüzümü, ferahlatmak için maskemi çenemin altına indirmek istiyorum, ama sonra vazgeçip hızlı adımlarla bir an önce gazeteye ulaşmaya çalışıyorum.

Nereden icabetti bilmiyorum, “Göç göç oldu” türküsü dolandı dilime, kendi kendime işte tam sırası “şimdi Vahit kardeşim olsaydı, O söyleseydi ben dinleseydim” diye geçirdim içimden…

56 yılımı geçirdiğim bu güzel şehri, hiç mi hiç bu denli boynu bükük görmemiştim…

Karayollarını geçip de şehir merkezine dönünce tablo değişiyor.

Belediyelerin temizlik görevlileri, fırınların ekmek dağıtan kamyonetleri, evlere su taşıyan araçlar, sirenlerini çalmadan usulca süzülüp giden ambulanslar, tek tük de olsa telaş içinde bir yerden bir yere yürüyüp giden insanlar…

Her karanlığın ardında aydınlık, her sıkıntının sonunda ferahlık, her musibetin acısında bir çare yatmaktadır.

Bütün insanlıkla birlikte, inşallah ülkemiz bu can yakıcı günleri geride bırakacak, bahar müjdesi veren yeni doğumların haberleriyle sabahlara uyanacak…

İki günlük evden çıkma yasağı, olsa olsa en fazla küçük bir prova hükmündeydi…

Rabbim, milletimizi ve ülkemizi bu provaların çokluğundan ve sıklığından muhafaza buyursun…

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.