İnsan doğar, yürür, koşar. Odada, avluda ve sokakta... Arkadaş bulur. Aynı dili konuşur... Birlikte ağlar, birlikte güler. Saf ve temiz... Hiç bir kötülük bilmezler. Günler, haftalar, aylar ve yıllar...
Etkilenirler, etkilerler ve farkında olmadan büyürler... Mektep, medrese, kitap, defter ve bir de bakarlar ki, hayatın içindeler...
Kaygılar başlamış... İş bulmak, aş bulmak, yuva kurmak... Eskiden kolaydı... Yoksul bile olsa bir yuva kurmak kolaydı...
Zaman, para, şöhret, algılar, değerler değişti... İş bulmak aslanın bağırsaklarında, eş bulmak iffetin derinliklerindeydi. İfritler cirit atıyordu...
Artık kızlarımız ve oğullarımız yalnızdı... Kadere, kısmete kalmıştı... Daha önemlisi ekonomik, kültürel değerler güveni sarsmıştı.
Artık gazeteler okunmuyordu...
Televizyonlar eski Dallas dizilerinden bin beter oldu. Yeryüzü tanrıları kurban istiyordu... İlk kurbanları genç kızlarımız ve oğullarımızdı...
İşleri yoktu, aşları yoktu... Yarınlarla ilgili hayalleri bile yoktu…
Çünkü evlenmek, çocuk sahibi olmak sorumluluk olmanın ötesinde büyük bir servetin sokağa saçılmasıydı...
Arkadaşlıklar sanallaşmış, küçücük cep telefonlarının tuşlarına hapsolmuştu.
Aynı çeşmeden su içmek, aynı sofrada bulgur pilavına kaşık sallamak, evlenecek delikanlıların ‘artık yaşım geldi beni evlendirin’ anlamında kaşığını pilava saplayıp sokağa fırlaması hayaldi.
Kızlarımız artık yastıklarının üzerine kanaviçeden kalp yapıp ‘anne artık evlenmek istiyorum’ demiyorlardı... Hayal kurmuyorlardı...
İş yok, aş yok... Çare KPSS sınavına girmek... Yetmedi mülakata girmek... Haydi, mülakata girdin ama hamili kart yakınımdır diye torpilin var mı? Yoksa yoksa yüz üzerinden 99 puan alsan bile kaybedersin...
Particilik, tarikatçılık, cemaatçilik, tarafgirlik kol geziyordu... Bendensen iş var... Değilsen sürün anlayışı hakimdi...
Yalnızdılar... Acı çekiyorlardı. Yaş otuz beşe gelmiş, bir baltaya sap olamamışlardı. Umutsuzdular.
Gittikleri her kapı yüzlerine kapanıyordu...
Aslında en büyük kaybı ülke yaşıyordu. En büyük zenginlik olan gençliğin enerjisi boşa akan çeşme gibiydi...
Allah'ın bir ülkeye verdiği en büyük nimetlerinden biri gençlerdi... Onların akıl, bilgi ve enerjileriydi. Ancak tarlalar ekilmiyor, yeni fabrika yapılmıyor, laboratuvarlar boş kalmıştı.
Ruhsal bir çöküntü gençleri girdabına almış, döndürüp kara suların dibine batırıyordu. Su yüzüne çıkan gençlerin imdat çığlıkları semaya yayılıyordu...
İşte ölüm ve terk edilmişlik... Gençliğin hali pürmelal...
Kahvehanelerde ömür tüketmek, babadan, anadan alınacak harçlığa bel bağlamak... Ne diyeyim!
Söz bitti... Ölümü beklemek gerek.