Güz…Hazan Vakti… SoMbahar

Erzurum’da çocukken ona ben sonbahar derdim.
Meğer ne çok adı varmış onun…
Güz dediklerini duydum nice zaman sonra…
Ve işittiğimde en çok örseleyen ismi beni, hazan mevsimi oldu.
Onu ikindi zamanlarına benzettiklerine şahitlik etti kalbim…
Akşamdan bir vakit önceye yani.
İhtiyarlık zamanına…
Ölmekten bir dem geriye!
Sonra benim yaprağımda sararmaya başlayınca…
Ömrümün zümrüt yeşili zamanlarının, istemesem de, düşkünlüğe yenik düşmeye çaresiz olduğunu fark ettiğimde…
Onun hakiki ismini gönlümle buldum.
Gözlerimin seçemediği ismini…
Kulaklarımın işitemediği adını…
Gerçekten onu yürekten çağırmam gereken hakikatine şahit oldum.
Sonbahar değildi yaprakları sarartan zaman…
Güz olamazdı göğe yükselmiş çınarların en üst dallarında hükümranlık kuran çalımlı yaprakları yere çalan.
Hazan olamazdı yeryüzü sofrasını kızıldan sarıya doğru boyayan.
O, SoMbahar olmalıydı.
Zira ömrün ikindi üzerini başka bir isimle çağırmak olanaksızdı.
SoMbahar, baharın ömürle taçlandırılmış hali…
Bir ömrün Sahibine iadesinden önce pişmanlıklarını tadıp kızarışı…
Ne yapsa diriliği elinde tutamayan kulların hakikat karşısında sararışı…
SoMbahar işte!
Kendini hep baharlarda yeşertmek isteyen acizlerin son virajı.
SoMbahar işte!
Sonrası fenadan kurtulması faninin.
 
 
Ben çocukken, Erzurum’da sararan yaprakların düşüşünü film seyreder gibi seyrederdim.
Hayranlıkla karışık bir şaşkınlık doluşurdu çehreme…
Yaprakların her düşüşünü gülümseyerek izlerdim.
Bilmezdim, sıkı sıkı dallarına tutunan yaprakların sırf düşmemek için zorladıklarından kendilerini…
Önce kızarıp…
Ardından sarardıklarını!
Bilmezdim!
Düşmek ölmek demekti onlar için de… bilmezdim.
Sonra sonra benimde yeşilim kızarmaya dönünce öğrenmeye başladım…
Güz dediklerini, yaprakları sarartan zamana.
Hazan mevsimi diye çağırdıklarını, geçici hayatı hitama erdirmek üzere gelecek olan kışı haber vereni.
Sonra sonra… nefesimin tıkandığı zamanlara denk düştü, onun yalnızca masum bir haberci olduğunu anlayışım…
Ve ona yakışan en muhteşem ismin soMbahar olduğuna kalbimi inandırışım.
Şimdi İstanbul’da düşen her yaprağın peşindeyim…
Yüreğim güm güm atarak usulca dikiyorum gözlerimi kudretli tahtından yere doğru süzülüşüne her bir mücrimin…
Öylece baka kalıyorum hüzünlü inişine…
Aklımdan bir Erzurum geçiyor bir de bu yaprakçığın kardeşinin sılada süzülüşü….
O vakit anlıyorum neden ihtiyar olduğunu kabullenmeyişini insanın…
Ve yine de neden uzak durmaya çalıştığı halde ölüme, altına sığınacağı bir toprak parçası ayarlamak için çırpınıp durduğunu.
O zamanlarda aklıma annem geliyor…
Gözlerimin önüne elvedası hüzünlü bir sarı yaprakçık…
Usulca başımı göğe dikiyorum…
Seslenmek için; ha düştü ha düşecek hayatlara…
Sonra sonra… nafile sayıp sukut içinde selamlıyorum hepsini.
Sessizliğim asıl feryadı koparacak olandır biliyorum…
Anneme selam edin diyorum…
Babama hürmetlerimi iletin…
Ve sabretsinler söyleyin…
Azıcık daha tutsunlar hasretlerini…
Oğlunuzun vuslatı yaklaşmış deyin…
Vakti sonbahara erişmiş diye müjdeleyin.
Ve ekleyin, bir ömrü soMbahara çevirmek için kıyamda evlatcağızınız diye…
Azıcık daha sıkın dişinizi ne olur deyin.
Handiyse onun için de kış, ha geldi ha gelecek diyerek ümitlerini tazeleyin!