Eskiden, yani başarısız    öğrencilerin sınıfta bırakıldığı...
Öğretmene saygının “en üst” seviyede tutulduğu...
Bundan dolayı da talebenin, “eti senin hocam, kemiği de benim” denilerek, en az anne veya baba kadar saygı duyulan muallimlere, “eğitilsin ve şekle sokulsunlar” denilerek teslim edildiği...
Bu teslimiyetten sonra, kimsenin, çocuğunun geleceğinden endişelenerek arkasından bakma ihtiyacı hissetmediği...
Veli-öğretmen-öğrenci üçgeninde karşılıklı saygı, sevgi ve hoşgörünün yaşandığı...
Yokluğun, yoksulluğun, fukaralığın diz boyu olduğu, ama “gurur ve haysiyetin her şeyin üstünde tutulduğu” o yıllarda, hatırlarsanız eğer, kalitesi tartışılsa bile “ciddiyetli” bir eğitim yapılır...
Öğretmene karşı inanılmaz bir saygı duyulurdu.
En güvenilir insanların başında onlar gelirdi.
***
Çocuğun eğitilerek bir kalıba girmesi ve “Müslüman Türk kimliği” elde etmesi isteniyordu ise, “temel  bilgi” şarttı ve o eğitimi verecek olan kişi de hiç şüphesiz öğretmendi.
Çoğu mektep, medrese yüzü görememiş büyüklerimiz bu gerçeğin farkındaydılar.
Bu nedenle vurulan bir tokatın hesabını sormak için kimse okulun kapısına dayanmayı aklından bile geçirmez, suçu mutlaka kendi çocuklarında bulur, “Sen ne yaptın ki, öğretmenin de sana vurdu” der...
Bir hesap da onlar sorarlardı.
***
Ülkenin “en sıkıntılı” döneminde yaşama mecburiyetinde kalmış, çile çekmiş, dolayısıyla okula gidememiş, gitse bile okulunda öğretmen bulamamış o güzel insanlar, istiyorlardı ki, çocukları okusun.
“Okumak” onlar açısından “eğitim”, eğitim de “adam olma”nın tarifi gibiydi.
***
“Çocuğunun adam olmasını” dolayısıyla millete, memlekete yararlı işler yapmasını arzu eden o güzel insanlar, bu sebeple maddi, manevi her türlü fedakârlığa katlanıyor, “ceketimi, yorganımı satar, seni okuturum” diyerek, eğitim adına neleri göze aldıklarını evlatlarına anlatmaya çalışıyorlardı.
***
Bakar mısınız düşüncedeki zarafete ve inceliğe:
“Ceketimi satar, yine seni okuturum!”
Bu, bir fedakârlığın göstergesi miydi, yoksa çocuğunun cahil kalmaması adına öne çıkan bir istek miydi, bilinmez.
***
Ecdadımız “eğitimin ne kadar önemli olduğunun farkındaydı.”
Oturdukları hanelerini birer “kültür yuvası” haline getiren, o damı toprak, merteği çürük, nemli ve bir türlü ısınmayan “taş    yığınları” arasında yaşayanlarının “dadaş” diye tanımlandığı bu şehrin insanları, bana sorarsanız, toprağı en hassas şekliyle işleyen bir ziraatçi ustalığındaydılar.
***
Bu sebepten olsa gerek Erzurum, Alvarlı Muhammed Lütfü Efendi, Ömer Nasuhi Bilmen, Müftü Solakzade, Müftü Sagıp Danışman, Ehmal (İhmal) İmamı Hacı Mehmet Efendi, Naim Hoca (Gölleroğlu), Babadereli Ahmet Baba, Mevlüt Baba...
Hayatta olanlardan saymak gerekirse, Yunus Kaya Hoca, Fetullah Gülen Hoca, Mehmet Kırkıncı Hoca ve Mehmet Gürgür Hoca’yı, yani yaşayanı ve yaşamayanı ile onlarca önemli değerli şahsiyeti bünyesinden çıkarabilmişti.
***
Şimdi o insanlar gibisini ne yazık ki, yetiştiremiyoruz.
Çünkü, çoraklaştı toprağımız.
Ne zaman ki, eğitim, eğitim olmaktan çıktı ve ne zaman ki, yönetimde, “liyakat” değil de, “siyaset” ve “benden olan” esas alınmaya başlandı.
İşte devrimiz ondan sonra döndü, ondan sonra dadaşlar geri plana itildi ve ondan sonra sahte dadaşcıklar töremeye başladı.
***
Görüyoruz, artık “topal koyunlar” önde.
Yenileri de, öne göçmek için sabırsızlanıyor,
İşin kötüsü, sıradakiler topal da değil, adeta kötürümler!
***
Okullarımız modernleşti, güzelleşti, kabul.
Binalar mükemmel, yani makyaj harika.
Ama gelin görün ki, o okullar eskiyi çokca aratıyor.
Ne öğretmen eski öğretmen...
Ne öğrenci eskisi kadar saygılı...
Ve ne de veli eski veli.
***
Gidin paydos zamanları okulların önüne...
Bacak kadar çocukların kapının dışına çıkar çıkmaz sigaralarını yaktıklarına...
Yanlarından geçen öğretmenlerin de bu edepsizliği ve terbiyesizliği görmezden geldiklerine, hayretler içinde kalarak tanıklık edersiniz.
***
Bir gün bu “duyarsız davranış”ın sebebini, öğretmen arkadaşlardan birisine sormuş...
“Niye böylesi yanlışlara müdahale etmiyorsunuz” diye sitem ettiğimde, “Sen ne diyorsun Öztürk Bey!” tepkisi almıştım.
***
Bakar mısınız cevaba: Sen ne diyorsun Öztürk Bey!
Sahi ben ne demiştim ki?
Öğrencilik yıllarımı göz önüne getirmiş ve masumane duygular içinde yapmıştım uyarımı.
***
Ne safmışım meğer!
Çağın gerisinde kalmışım da haberim yokmuş!
***
Oysa öğretmenlerin çoğu, aykırı gördüğü, örneğin sigara   içtiğini tespit ettiği, ya da “laubali” davranan kız öğrencisinin velisine haber salıp, şikayetlerini dile getiriyormuş getirmesine de, nasıl bir cevap alıyormuş biliyor musunuz?
“Sana ne!”
***
Ne itici ve ne küstahça bir cevap:
Sana ne!
Sormak gerekmez mi acaba:
Öğretmene değilse, kime ne peki?
***
Bu cevap aslında herşeyi özetliyor.
***
Biz böyle miydik Allah aşkına!.
Bırakın sigara içenimizi, kaba davranıp, küfürlü konuşanımızı bile “edepli ol” diye uyarırdı büyüklerimiz.
***
Öğretmenler kahve kahve dolaşır, iskambil oynayan öğrencilerini kulaklarından tuttukları gibi götürürlerdi babalarının yanına.
Herkes sorumluluğunu bilirdi.
Saygı ve sevgi karşılıklı esas’tı.
“Sana ne”, “bana ne”, “boşver”, “adaam sende” türünde “devamsız” sözcükler lügatımızda yer almazdı.
Gösterilen o hassasiyet karakterimizin ölçüsüydü bizim.
Maalesef ölçüyü son yıllarda kötü kaçırttık.
Ayarımızın bozulmasının sebebi sanırım bundandır.