HATEM USTA: TERZİDEN BİLGE YA DA BİLGEDEN TERZİ

Erzurum kültürü bakımından bu başlığın olabildiğince mantığı mevcuttur. Bunu açıklamadan önce şöyle bir söylemi ortaya koymak gerek: Erzurum’lu olup ya da dışarıdan Erzuruma’a gelip de “Hemşin Okulu”ndan “fikir sertifikası” almayan, Halk bilgeleri Gömlekçi Hatem ve Boyacı İsmail Ustadan ders almayanlar tahsil yapmış sayılmazlar.” Bu söz o iki güzel insanın hayatları boyunca gerçek olmuştur. Boyacı bilgeyi daha sonraya bırakalım. Bu yazıda Hatem Usta’ya bakalım.

Prof. Şahin Uçar Hatem Usta ya da Hatem Emmi’yi edebi bir dil ile anlatmış, ancak onun her meslekten, her fikirden dostları, daha doğrusu öğrencileri vardı. Benim gibi bir Türk Milliyetçisi Erzurum’a gelmişse, hem de öğretmense bu tahsili alması kaçınılmazdır. Doğal olarak bir fencinin hayat hakkında ondan öğrendikleri de çok önemli olmalıdır.

1969 güz aylarında Erzurum Lisesi Kimya öğretmenliğine atanıp kente geldiğimde gurbetten baba evime gelmişim, duygusunu yaşıyordum. Çünkü daha beş yıl önce Ilıca’daki öğretmen okulundan Ankara’ya yüksek tahsil yapmak üzere gitmiştim. Ankara’da Alpaslan Türkeş’in eleğinden geçerek daha bilinçli bir kimlik de kazanıp gelmiştim. Ankara’dan aldığım birinci adres “Doğu’nun Başbuğu” Yılma Durak’ın adresiydi. O yiğit dadaşı bulmak zor olmadı. Sohbetlerimiz “Hemşin Okulunda” yoğunlukla başladı. Bu durum Erzurum’un doğalıydı. Yılma Durak ile sözleştik, “ Yarın gel seni Hatem Usta’ya götüreyim” dedi. Ben de olur, dedim. Sonraki gün o zaman henüz harabe halinde bulunan Ulu Cami’nin yakınında bulunan, ana caddeye yakın ara sokak başında çok mütevazı bir terzi dükkânına girdik. Selamlaştıktan sonra ütüsünü masasındaki yerine koydu. Bir hoşbeş faslı geçti.

Eksik olmayan genç misafirlere karşı hoş olmaz düşüncesi ile sohbetler sırasında dikiş makinesini tıkırdatmaz, mevcut gömlekleri ütülemeye devam ederken sohbet sürerdi. Bilmeme ki “sohbet” demek anlamı karşılar mı? Belki “İleri Halk Felsefesi” dersleri demek daha doğru olur. İleri ders ama yoklaması yok, kendine özgü “Erzurum Kültür Mektebi” desek bal gibi uyar. Bu dersler çaylı kahveli gönüllü derslerdi. Bir konu ortaya atılınca onu okul düzenindeki gibi anlatmaz, dadaş kültürünün kendisine özgü “Özel Öğretim” yöntemini kendiliğinden kullanırdı. Özel öğretim dedikse “herkesin anlayacağı ders” demek istiyorum. Ama herkesin verebileceği ders de değildi. Bundan sonra ışığın etrafında kelebeğin dolaştığı gibi oralardan geçerken mutlaka Hatem Usta’dan bir “huzur” alıp geçerdik.

Bu kültürün kökleri çok eskidir. Bunu Erzurum’a verilen önem apaçık gösterir. Bu konuda aklıma çok ilginç bir örnek geldi. Bilirsiniz, İbni Batuta çok önemli bir Arap seyyahıdır. Alanya’ya gelmiş. Oranın güzelliklerini mübalağa sayılabilecek derecede övmüş. Erzurum’un ne kadar önemli olduğunu biliyor olacak ki “Buraya gelmişken bir de Erzurum’a uğrayayım”, demiş. Üstadın coğrafya bilgisi eksik, ama Erzurum’a uğramadan edememiş ve şunu ilave etmiş: ”Alanya’dan Erzurum’a bir gün bir gecede gittim, döndüm”. Bu bir coğrafya bilgisi eksikliği olsa da Anadolu’ya gelip de Erzurum’a uğramadan geri dönmenin ne derece eksiklik olduğunu ta o zamandan biliyormuş. İşte derin köklerin tezahürünü tarih de gösteriyor.

Bir gün sohbet sırasında, bir yandan ütüyü gömlek üzerinde kaydırırken öte yandan Mehmet Arif Efendi’nin BAŞIMIZA GELENLER adlı kitabını okudunuz mu?,dedi. Sonra da Mehmet Arif için “Son Osmanlı döneminde en yüksek Osmanlı bürokratlarından bir dahi Erzurum’lu” olduğunu ekledi. İyi bir tesadüf ben o kitabı okumuştum. Çünkü Alpaslan Türkeş o önemli kitap hakkında şunu anlatmıştı: ”Hindistan’da sürgündeyken oradaki kütüphaneleri gezdim. İngilizce kitaplar çoktu. Ama onların arasında Başımıza Gelenler adlı bir de Türkçe kitap vardı. O kitap beni çok etkilemişti, onu her genç okusun” demişti. Mehmet Arif , Gazi Ahmet Muhtar Paşa’nın özel kalem müdürü olarak çalışmış, savaşlarda ki eksiklikler ve milletin başına kimler tarafından nasıl çorap örüldüğünü anlatan bir önemli kitap yazmıştı. Ben o kitabı okuduğumu söyleyince “Hoca seni tebrik edirem” dedi. Daha bir şey söylemedi. Ama o kültürün alçak gönüllülüğünden olacak ki, bana “Senden adam olur, seni takip edeceğim” cümlesini tavır dili ile anlattığını anladım.

Günün birinde kısa sayılacak boyu, kızıldan biraz açık gür saçları olan sevimli ama çok da samimi bir genç adam geldi.

-Ağabey beni Ankara’dan gönderdiler. Seni bulmamı söylediler. Fizik asistanlığı için sınava geldim.

-İyi, hoş geldin. Nereden mezunsun, nerelisin?

-Ağabey ODTÜ mezunuyum, ayrıca Denizli’denim.

- Ooo, bir efemiz eksikti. Dadaşı efe ile tokalaştırdık mı “Karada ölüm yok” derler ya öyle bir şey. Haa yahu adını sormadım.

-Hasan Erdoğan. Ama ağabey dadaş ile efeyi tokalaştırdık da Karadeniz’in çevik ve yiğit uşağı bunun neresinde?

-Anladım, bu toprakların hepsi kutsal. Erzurum’a öyle alışacaksın ki cennete gitsen burayı unutamazsın.

Hasan Bey sınavı kazandı. Ataması yapıldı. Artık beraberdik. Kan uyuşması derler ya onu aşan bir durum vardı. Topyekûn uyuşmuştuk. Her gün beraberdik. Şimdi sıra şehirdeki “Hemşin Okulu” ve “ Halk Bilgesi” ile tanışma sırası gelmişti. Hasan Bey de “İleri Halk Bilgeliği” derslerini almalıydı.

Hemşin Okulu” ayrı bir olay olarak anlatılabilir. Biz Hasan Bey’in Hatem Emmi ile olan samimiyetine bakalım. Beraber gittik tanıştırdım. Hatem Ustanın gözleri bir hoş oldu. Bir göz kapağı diğerinden biraz daha sarkıktı. Orta boyu ve çok kaslı olmayan bedeni ile tevazu abidesi gibiydi. Unutmadan belirtelim. Katıksız, tam inanmış, sahtelikten zerre kadar eser bulunmayan aklı, başında bir Müslüman’dı. Karapapak Türkler’indendi. Yani dadaşın hasıydı.

Hasan Bey bizi aştı. Yahya Kemal’in bir şiirinden ödünç aldığımız “huzur alama” işini Hasan Bey bizden daha sık yapıyordu. Artık o okulların müdavimiydi. Kalitesi yüksek bir “öğrenci” olmuştu. Hatta hocalığa bile terfi edecek durumdaydı.

Terziden bilge, ya da bilgeden terzi olan bu altın yürekli insanı, ancak bir romana sığdırmak mümkün. Köşe yazıları ile ancak bu kadar olur. En son görüşmem ve hüzünlü ayrılışım onu son görüşümdü.

Üstat çok geç evlenmişti. Çünkü sevdiği kızı almamıştı. Onsuz evlenmenin anlamlı olmayacağını düşündüğünü sanıyorum. Bize anlatmazdı. Ben Yılma’dan duymuştum. Hazin hikâye şöyle sonuçlanmıştı. Sevdiği hanımefendi gittiği yerden ayrılmıştı. Dinmeyen ve bitmeyen aşkı ile o zaman yine onunla evlenmek nasip olmuştu. İşte son ziyaretim o hanımla yaşadığı evine olmuştu. Yasal nedenlerle Samsun’da profesör olmuştum. Üç arkadaş evine gittik. Kas erimesi hastasıydı. Kalkmak istedi, kalkamadı. Epey sohbet ettik. Hastalık için “Allah verdi, hoş verdi” dedi. Benim profesör olduğumu arkadaşlar söylediler. Gözlerinden yaşlar boşandı. “Bu günleri gördüm ya!!!” diyebildi. Hep birden ağlamaklık olduk. Kasları tükenmiş sadece kemikleri kalmış olan elini öptük. Merdivenlerden inerken üçümüz de gözyaşlarımızı tutamamıştık. Çünkü Ölüm Meleğinin görev zamanı çok yakındı. Bir daha onu göremedim. Seni unutmayacağız Erzurum’un halk halk bilgesi!!!