Son günlerde hepimizin zihnini hastalık ve hasta etme açısından meşgul eden ve artık adını bütün dünyanın bildiği virüs, benim bakış açımı ise sürekli başka bir yere çekiyor ve o noktaya odaklanıyorum. Bu durumu, yıllarını yayıncılığa ve yazmaya vermiş biri olarak, üzerimde meydana getirdiği etkiye bağlamak pekâlâ mümkün. Bu konudaki yayınlarda da konunun en çok dikkatimi çeken bölümü, anadilimiz Türkçe ve konuşmacılarla birlikte onları konuşturanlar...
Türkçemiz zaten yıllardır başka dillerin etkisiyle onlardan aldığımız birçok kelimeyi, dilimizde karşılığı bulunmasına ya da TDK bunlara karşılık bulmasına rağmen insanımız, değişik gayelerle, bu karşılığı değil de Batı’dan aldığı yabancı kökenli kelimeyi kullanmaktadır. Bu kelimeleri kullananlardan kimi, anlatılan konunun ancak bu kelimelerle açıklanabileceğini, çünkü terminolojinin (bunun yerine sadece terim demiş TDK ama bunu karşıladığını sanmıyorum, işte onun için ben de bunu kullanmak zorunda kaldım.) bunu gerektirdiğini sebep göstererek yabancı kelimeleri tercih ederlerken, kimi bilgisizliğinden ve bilinçsizliğinden, kimiyse farklı olmak için kullanırlar.
Gerçi dil canlı bir varlıktır ve kendine dışardan yapılan müdahalelerin çoğunu püskürtür. Onun içindir ki yabancı kelimelere bulunan karşılıkların çoğu toplum tarafından kabul görmezken, sadece dilin tabii akışı içinde kendine yer bulan ve yaşayan Türkçeye uygun olarak üretilen kelimeler kabul görür. Ülkemizde bu ameliyeyi kısa adı TDK olan Türk Dil kurumu yapar. Ancak hangi kurum ya da kuruluş yaparsa yapsın, bu önemli işi yaparken, toplumun bulunan-üretilen de diyebiliriz-kelimeye vereceği tepkiyi dikkate almak lâzımdır. Burada yapılan işlemin sonucunu, o dili kullanan kişilerin tutması ve tutmaması olarak iki başlık altında toplayabiliriz. Yabancı kelimeye bulunan karşılığın o dili kullanan toplumda tutması için, ciddi bir çalışma ve dikkatli bir gözlem gerekir. Yoksa afaki, yerli yerine oturmayan karşılıkları tabii ki hiç kimse benimsemeyecektir. Bilgisayar, buzdolabı, hava yastığı, eylem, etkinlik, güncel, öykü gibi, sayısını daha da çoğaltabileceğimiz kelimeler, bu iddiamıza delil olarak görülebilecek en iyi örneklerdir. Birde karşılık şeklinde sunulan ama milletimizin tutmadığı ve eskisini ya da yabancı olanını kullandığı kelimelere birkaç örnek verelim: Badminton-tüytop, billboard-duyurumluk, blöf-kurusıkı, diyalektik-eytişim, gurme-tatbilir, internet-genel ağ, jakuzi-sağlık havuzu… Şimdi bir düşünelim, batı kökenli bu kelimelerin Türkçe karşılıklarını kullananlara hiç rastladınız mı etrafınızda? Sanmıyoruz. Diğer yandan koronavirüs günlerinde birilerinin konuşmalarında, çoğu tıp alanında olmak üzere yabancı kökenli kelimeleri telaffuz ederek Türkçeyi bozduklarını, böyle davranarak dilimizi tahrip ettiklerini düşünürken, Türk Dil Kurumu eski Başkanı Prof. Dr. Şükrü Haluk Akalın’ın bu konuyla ilgili görüşünü de buraya almadan geçmeyelim:
“Yaptığımız terimin anlamı karşılaması ve yerine geldiği kelimeyi çağrıştırması, anlaşılır olması, kolay söylenmesi, kulağa hoş gelmesi gerekiyor. Öte yandan hangi terime karşılık bulunuyorsa, ses ve hece bakımından o kelimeden az ya da o kelimeyle eşit olması gerekiyor. Bir heceli kelimeye karşılık olarak beş heceli bir terim buluyorsanız, bunun yaygınlaşması mümkün değildir.”
Yine de defalarca yazılıp söylenmesine rağmen bir kere daha tekrar edelim ki, dil bir milletin kültürünün özüdür ve dilini kaybeden, onu yaşatamayan milletler, gün gelmiş kendileri de tarih sahnesinden silinmişlerdir. Bugün eğer arkaik (eski) olarak tabir ettiğimiz milletlerin dilleri yaşıyor olsa idi, o dili konuşan topluluklar da ya devlet ya da toplum olarak mutlaka yaşamaya devam edeceklerdi. Bu devam ediş kendini onlara ait medeniyet sahasında da gösterecek ve bu milletler kendilerine ait hakimiyet alanlarında hükümlerini yine yürüteceklerdi. Ama bugün bir Eti, bir Sümer, bir Hitit, Babil v.b. milletlerinden söz ederken, sadece toprağın altında kalan kısmından, kazılardan ve tarih sayfalarındaki bilgilerden bahis açılıyor. Zira yeryüzünde dillerini konuşan herhangi bir topluluk kalmamıştır.
Asırlar öncesinden bu tarafa millet olma vasfını koruyan ve bu alt yapının yardımıyla değişik zamanlarda birçok devlet kurmuş olan Türk milleti, ancak ve ancak Türkçenin gücüyle, sonradan ise milli benliği korumadaki önemini inkâr etmenin mümkün olmadığı Müslümanlık inancıyla ayakta kalmıştır. Bu sayede kurduğu değişik ırk ve dile sahip milletleri sinesinde barındıran imparatorluklarımız, farklı diller konuşulmasına rağmen Türkçenin özü bozulmadığı için, yıkılsalar bile, milletimiz, dilimiz sayesinde varlığını sürdürmüş ve hiçbir zaman devletsiz kalmamıştır. Bugün dünya yüzünde dilini kaybeden Türk topluluklarının hemen tamamına yakını öz benliklerini yitirerek asimile (TDK buna benzeşme demiş. Siz olsaydınız hangisini kullanırdınız?) olmuşlar ve başka milletler içinde kaybolmuşlardır. Şurası bir gerçek ki, Müslüman olmayan Türklerin çoğu başka milletlerin içinde kaynayıp gitseler de yine de bunlardan çok azı, ancak ve ancak dillerine sarılarak günümüze kadar varlıklarını sürdürmeyi başarmışlardır. Dinleri farklı olsa da Türkçe konuşarak Türklüklerini korumasını bilen ve kültürel manada birçok açıdan bize benzeyen topluluklara örnek olarak, Gagavuzları (Gagauz, Gökoğuz), Çuvaşları, Yakutları, Karaman ve Hazar (Karay veya Karayimler) Türklerini verebiliriz.
Bütün bunları yazmamın sebebi, başlıkta da belirttiğim gibi, bütün dünyayı etkisi altına almak suretiyle insanların içine korku salan koronavirüs denilen bulaşıcı hastalıktır ve bu hastalık dilimizi de kemirmeye başlamıştır. Evet, anlatılan konu tıbbi bir konudur ve eğer çok gerekiyorsa tıbbi terimler, kelimeler tabii ki kullanılabilir veya kullanılmalıdır. Fakat hiç gereği yokken ya da Türkçemizde çok bilinen ve anlaşılan bir karşılığı olmasına rağmen (Enfekte-bulaşma, regüle-düzenli, izole-yalıtmak-tecrit, semptom-belirti vs.) yine de yabancı kökenli kelimeleri diline persenk etmek, tekrar tekrar kullanmakta ısrarlı davranmak, anadilimize karşı nankörlüktür, gereken değeri vermeyip, önemsememektir. Bunun diğer bir adı da bilinçsizliktir. Konuştuğu dile karşı bu kadar lâkayt ve dikkatsiz davranmak, bu milletin kültürüyle yetişmiş ve bu milletin ekmeğiyle büyümüş kişilere yakışmamaktadır. (Ara sıra da olsa buna hassasiyet gösterenlere rastladığımızı belirtelim. Hele o soru soranlar yok mu, onlar daha çok çileden çıkarıyorlar insanı. Sanki onlar da aynı kelimelerle konuşmak zorundaymışlar gibi…) Anladık Latince kelimeler kullanmak sizin kendi aranızda anlaşmanız için önemli ve yine anladık ki eğer böyle konuşmaz iseniz meslektaşlarınız tarafından kınanabilme ihtimaliniz bile var. Lakin konuyu, adına bir bütün olarak medya dediğimiz yayın organlarında halka izah ederken, bu kelimeleri kullanmanın ne anlamı var? Burada amaç sorulanın ne olduğunu halka mı yoksa meslektaşlarına anlatmak mı?
Yıllarını medya sektörünün önemli bir kolu olan radyo yayıncılığında program yapımcısı olarak geçirmiş biriyim ve bu tür durumlarla çok karşılaştığımı belirtmeliyim. Uzman konuğumuza, yayına başlamadan önce yaptığımız ön görüşmede özellikle dikkat etmesi gereken noktalardan birinin mümkün mertebe yabancı kelime kullanmamasını, ifadey-i meram ederken halkımızın anlayacağı şekilde konuşmasını rica ederdik. Eğer konuşma arasında mutlaka böyle bir kelime kullanacaksa, Türkçe karşılığını ya da anlamını da dile getirmesini önerirdik. Bu arada hemen belirelim ki kendi kültür dairemiz içerisinde yoğurduğumuz ve yıllar boyunca kullanarak kendi kimliğimizi kazandırdığımız kelimeler de artık Türkçedir. Birilerinin bu konudaki itirazlarının bir anlamı kalmamıştır ve herhangi bir geçerliliği de yoktur.
Yıllar içerisinde edindiğim bu konudaki titizlik ve alışkanlık neticesinde olacak ki, bugün artık hangi programı seyretsem ya da dinlesem, dikkatim hep şu noktalara yönelir: Soruların ne kadar röportaj (söyleşi ya da mülakat, sohbet) tekniğine uygun düştüğü, soru sorma teknikleriyle mütenasip olduğu, karşıdakini konunun içinde tutma yeteneği, konuyu açma ve detaylandırma ve en önemlisi de kelimeler. Eskiler bunu kısaca şöyle özetlemişlerdir: “Efradını cami ağyarını mâni”, yani “Kendisine ait olanları toplayan, olmayanları dışarda bırakan.” Oysa şimdilerde ilgimi çeken konulardaki mülakatlara kulak verdiğimde, daha birçok teknik yönü olan bu işi yapan kişinin, konu dağılıp gitmesine, çok değişik yerlere savrulmasına karşın, durumu toparlayamadığını ve hele de anlatmakta olduğumuz Türkçe kelime kullanma hususuna hiç dikkat etmediğini esefle görüyorum. Medyadaki bu dağınıklık, başıboşluk ve bu işlerin ehli olmayanlarca yapılıyor olması açıkçası bu manadaki üzüntümü katbekat artırıyor. Sözümüz, hele de bugünlerde büyük fedakârlık göstererek gece demeden gündüz demeden topluma hizmet eden doktorlardan (Bu arada sağlık ordusunun diğer mensuplarını, eczacılar, hemşireler ve diğer sağlık görevlilerini de yazmadan geçmeyelim. Hepsine şükran borcumuz var.) açıldıysa da bilim, kültür, sanat, spor ve diğer alanlardaki bilginler, yazarlar ve araştırmacılar da konuşurken ve yazarken Türkçe hassasiyetine azami dikkat etmelidirler. Mustafa Kemal Atatürk’ün dediği gibi; “Millî his ile dil arasındaki bağ çok güçlüdür. Dilin millî ve zengin olması, millete has duyguların gelişmesinde başlıca etkendir. Türk milleti demek, Türk dili demektir. Türk dili, Türk milleti için kutsal hazinedir... Türk dili, Türk milletinin kalbidir, zihnidir. Çünkü Türk milleti geçirdiği nihayetsiz felaketler içinde ahlakını, ananelerini, hatıralarını, menfaatlerini, kısacası bugün kendi milliyetini yapan her şeyi dili sayesinde muhafaza etmiştir.”
Büyük şair Yahya Kemal Beyatlı da “Türkçe ağzımızda annemizin ak sütü gibidir. Bizi ezelden ebede kadar bir millet hâlinde koruyan ve birbirimize bağlayan Türkçedir.
Türkçenin çekilmediği yerler vatandır. Vatanın kendi gövde ve ruhu Türkçedir, her halk kendi
ikliminin lisanını söyler.” derken, milletimizin büyük şairlerinden biri olarak konunun ne kadar önemli olduğuna işaret ediyordu.
Fransız yazar Albert Camus ne demişti? “İnsanın iki yurdu vardır: Biri, üzerinde doğduğu topraklar; diğeri o topraklarda konuşulan dildir. Benim anadilim Fransızcadır ve bir yazar olarak ilk görevim, onun hudutlarında nöbet tutmaktır.”
Bilim ve kültür tarihimizin önemli isimlerinden olan Nihat Sami Banarlı “Türkçenin Sırları” adlı kitabında, bu sıkıntılı günlerde uzaktan eğitimle de olsa çocuklarını bırakmayan, onları geleceğe hazırlamaya çalışan öğretmenlerimize şöyle seslenir: “Şu fani dünya saadetleri içinde hiçbir şey, aziz Türk çocuklarına Türk dilini öğretmek kadar güzel hizmet değildir. Muallimler, hangi dersin hocası olurlarsa olsunlar, Türk çocuklarına her şeyden çok Türkçeyi öğreteceklerdir. Yavrularınıza sözlerini halk dehasının yarattığı ve bestesi yine halk sanatından yükselen ninniler söylemekten başlayarak öğreteceğiniz en güzel şey, Türkçedir.”
Türkiye Bilişim Derneği (TBD) kurucusu, onursal başkanı ve “Bilişim” in de dahil olduğu 2 bin 500 ilmî kelimeyi Türkçeye kazandıran, elektronik, bilgisayar ve yazılım mühendisi ve dilbilimci Prof. Dr. Aydın Köksal (d. 1940, İstanbul)’ın, ülkemizde tartışılmakta olan bir konuyu gündeme taşıdığı konuşmasında anlattığı konu başlıkları ve devamında söyledikleri, Türkçenin geleceği açısından çok manidardır:
“Türkçe’nin bir teknik dil ve bilim dili olduğu, yabancı saldırılar altında hızla yozlaşmakta olduğu, yabancı dilde eğitimin derhal sona ermesi, dünyadaki diğer Türk devletleri ile ortak bir alfabe ve dile kavuşulması ve Türkçe’nin yaptırımlar ile korunması.
La Linguistixue kitabının yazarı Abel Hovelacxue, ‘Diller kendi tabiiyetlerinin dışına çıkamazlar. Karma bir dil asla yaratamazlar. Dil bilgisinin bir bölümü Slav, bir bölümü Latin, bir bölümü Hint ya da Avrupa dilinden gelen bir dil düşünülemez. Karma diller yoktur ve olamaz’ demektedir. Dilimizde zaten karşılığı olan yabancı kelimeler dilimize bir şey katmaz, dilimizin bozulmasının hız kazanmasından başka bir işe de yaramaz. TDK’nin kuruluş amacına da tamamen aykırıdır. Türkiye olarak 20 yıl daha İngilizce eğitim yapmak konusunda diretirsek, yani bir kuşak daha yabancı dille yetişirse Türkçe’nin ulusal dil olmaktan çıkacağını düşünüyorum. Önümüzde bir 20 yıl var. Son yirmi yılda Türkçe çok zarar gördü. Türkçe yok olmadı ve yeteneğini de yitirmedi. Ama buna karşılık, Türkçe ulusal dil olma yeteneğini kaybetmeye yüz tutmuştur. ‘Biz adam olmayız’ mantığıyla Türkler kendi dillerini bilim dili saymasalar bile öyledir. Macarlar, Danimarkalılar, Finliler ve bir buçuk milyon nüfusa sahip Estonyalıların hepsi kendi dillerinin bilim dili olduğunun bilincinde ve öyle iddia ediyorlar. Bir buçuk milyonluk bir dil bilim dili ise, 250 milyonluk Türkçe de bilim dilidir. Bu konuda mütevazı olmak ya da kendimizi alçak görmek olmaz. Türkçe bir bilim dilidir. Yalnız son yirmi yılda artık öğretim dili olmaktan çıkmaya yüz tutmuştur.
Benim bilişim konusunda önerdiğim ilk karşılıklardan olan ‘yazılım’ 1966 tarihini taşır. ‘Bilgiişlem’ kelimesini 66’da, ‘bilgisayar’ı ise 69’da önerdim. O günden beri bilgisayar sözcüğü kullanılıyor. O dönemde bu kelime çok tartışıldı. Televizyon, radyo ve benzeri kelimeler aynen geçerken neden ‘komputer’ değil de ‘bilgisayar’ diye çok sorgulandım. (…) Sonunda kişisel bilgisayarların icat edilmesiyle bu teknoloji evlere girince iş değişti. Ev kullanıcısı daha az İngilizce biliyordu ve Türkçe kelime onlara daha kolay geldi. Bilgisayar kelimesi yerleşti.
Türk devletleri bir araya gelerek Türkçe konferansı yaptık. İnanır mısınız, Türk devletlerini Türk alfabesinin kabulü konusunda ikna etmek, kendi profesörlerimizi ikna etmekten çok daha kolay oldu. Türkçe yok olmuyor. Biraz moda, biraz medya sayesinde değişim yaşanıyor. Yabancı dille eğitim sürecek olursa, Fransızcanın başına gelen dilimizin başına da gelecek”.
Hastalık çerçevesinde geçen konuşmalarda her ne kadar yabancı kelime baskınlığı bir şekilde öne çıksa da yukarıda hocanın dediği gibi, “Türkçe yok olmuyor. Biraz moda, biraz medya sayesinde değişim yaşanıyor”. Zira gücünü geçmişten ve o geçmişte biriktirdiği kültürden alan ana dilimiz, bir kere daha açıkça söyleyelim ki sahip olduğu bu güç sayesinde yeni edebiyat eserleri ve özellikle de şiir üretme konusunda dünyadaki birçok dilden daha verimli ve daha ilerdedir. Yüzyıllar içerisinde arkasında bıraktığı bu kültürel miras ise bu söylediğimizin en önemli şahididir. Şiirden söz edince sözü daha fazla uzatmadan sırayı şiire verelim ve Rıfat Ilgaz’ın “Türkçemiz” şiirinin bir bölümüyle bitirelim cümlelerimizi:
Annenden öğrendiğinle yetinme / Çocuğum, Türkçeni geliştir.
Dilimiz öylesine güzel ki /Durgun göllerimizce duru,
Akar sularımızca coşkulu… / Ne var ki çocuğum, / Güzellik de bakım ister!
Önce türkülerimizi öğren, / Seni büyüten ninnilerimizi belle,
Gidenlere yakılan ağıtları… / Her sözün en güzeli Türkçemizde.
İsmail Bingöl/ Şehir ve Kültür Dergisi-Sayı: 69-Nisan 2020/dunyabizim.com