Zaman nasıl da hızla geçiyor. Bunca telaş arasında günlerde, haftalarda yaşananları, gelişmeleri takip ederken; bir bakıyorsunuz bir yıl daha geçmiş.
Zaman hangisidir, sizce? Gün mü, ay mı, sene mi? Hepsinin birden adı mıdır “zaman” yoksa?
Hani; evvel zaman içinde diye başlayan belki de yaşanmamış ama bize anlatılan olayların bile üzerlerinden asırlar yani yüzlerce seneler geçmiş.
Belki paranızla her şeyi alabilirsiniz, makamınız, paranız, pazı gücünüzle, ancak zaman alamazsınız.
Tutamazsınız, yavaşlatamazsınız! Asla durduramazsınız!
Daha dün gibi; Köseömerağa Mahallesi’nin bacalarından kürünmüş kar yığınlarında kimimiz kızakla, kimimizin naylon ayakkabı ve kimimizin de karton kutularda kaydığımızı biliyorum.
Daha dün gibi; evet, dün basbayağı dün gibiydi.
Özer- Özcan Pamukçuoğlu ağabeylerimin ağaçtan kayaklarına sırayla biner, sokak içerisinde kaymağa çalışırdık.
Evden su taşır, bazı yerleri buzlatırdık, evet daha dündü!
Aradan geçen yarım asır; dün!
Yarım asır sonra ise, geleceğimiz ve biz nerdeyiz? Yaşdaşlarıma soruyorum; elbette; sahi, neredeyiz?
Sıklıkla kesilen elektrikler, sular vardı, sönmeyen umutların yanında.
Su taşırdık çeşmelerden kazanlarla, tenekelerle Gümüşmasat, Alipaşa, Gölbaşı ya da Akpungar çeşmelerinden. Naylon ve pet şişeler henüz icat edilmemişlerdi. Şanslı olanlarımızın kızakları vardı.
Benim kızağım sonradan oldu, çok sonra, onunda altının demirleri yoktu; kaymazdı. Sonra hışma uğradı; zavallı haliyle odun olarak görevini tamamladı; sobamızda!
Gazyağı alırdık, akşam olunca, önce gaz, sonra lüx lambalarında yakmak için bakkaldan. Karanlık olunca köşelerde akranlarımızla toplanırdık. Belki de “karanlık çökünce sokağında, köşede ben varım, unutamazsın” şarkısı buradan ilhamını almıştır; kim bilir?
Mahallede sokağımıza arada bir fayton girerdi; biriken kar yığınlarından eğer geçebilirse. Yoksa ta Köseömerağa Cami’sinin yanında durur beklerdi. Hastalar ve ihtiyarlar ya sırtlarda ya zorla yürütülmeye çalışılırdı faytona kadar!
Çöp arabaları vardı, tek atlı. Uzun Yusuf Emi vardı! Beş-on tanesi Mahallemize geldiklerinde karların taşınacağını anlardık. Büyükler sevinirken, kayak yaptığımız tepelerimizin yok oluşuna üzülürdük. Şimdi Atlama Kuleleri yıkılmış; üzüleni yok!
Kışın ne güzel olurdu; Köseömerağa Mahallesi!
Gündüzleri ayrı, geceleri ayrı güzeldi. Godida beşe satılırdı, akşam sokaklarda. Evlerde sobaların fırınlarında kartol pişer, bazı evlerde tel helva çekilirdi. Gavurga ile ceviz, pestil, köme olurdu bazı evlerde.
Sucuklarımızı, gavurmalarımızı kendimiz yapardık.
O zaman hile hurda yoktu, dinimizi anlatanlar yoktu çünkü ortalarda!
Yaşayanlar vardı; dinimizi sadece. Din ticareti henüz gelişmemişti.
Baharda akması için açtığımız arklar, kanallar. Sabaha donardı elbet, faaliyet, çalışma yeniden başlardı.
Büyükler vardı, küçükler vardı, edep, hayâ vardı. “Aman, ayıp olur” düşüncesi insanlara hâkimdi! Aksaçlılar; ne kadar değerliydiler.
Her evde bir köşe kırlenti gibi! Ziyaret, rağbet görürlerdi. Eli bastonlu- bastonsuz dedelerimiz, nenelerimiz vardı; yalpalayarak yürümeye çalışan. Kollarına girerdik, başlarımızı okşarlardı, dua ederlerdi.
Analarımız okuldan geldiğimizde içeri alırlar; Halil İbrahim sofrası açarlardı hepimize.
Sanki bir cennetten bahçeydi; Köseömerağa Mahallesi.
Her yılbaşı geldiğinde ve her muhasebe yaptığımda nedense Köseömerağa’dan başlarım. Rüyalarım da hala Köseömerğalıdır!
Kısır tartışmalar herhalde daha hayata geçmemişti. Yok, kutlarım, kutlayamazsın kavgası arasına sıkıştık. Kutlayanın da kutlamayanın da gözden kaçırdığı; sıcak insan ilişkileri, güzel sohbetler, derin düşünceler kayboldular. Sohbet adamları meclisleri terk ettiler. Dede ve nenelerden belki de çok güzel hatıralar, hikâyeler anlatılamadan kaybolup gidiyorlar; ne yazık.
Ne tarih, ne işgal ne Ermeni mezalimi artık anlatılmıyor; unutulan hikâyeler tarihe gömülüyor. Bu en fazla milliyetçilik yapan, Türk’ü yok sayan milletlerin işine geliyor. Onlar için gönüllü taşeronluk bu yüzden belki ortaya çıktı. Davasını bilmeyen nesiller, davasından habersiz dinimizi şekilde arayan bir nesil yetişti.
Köseömerağa; aklıma geldikçe Anamın kokusu burnuma geliyor. Elime verdiği dürümün, ağzıma koyduğu reçelin kokusu içimi ısıtıyor.
Komşularımızla oradaki akrabalarımızla yediğimiz bir lokma ekmeğin, içtiğimiz bir yudum çayın, ve onlardan dinlediğimiz her türlü hikayenin ve aldığımız ilk dini temellerin kokusu; bana cennet kokusu gibi geliyor!