Dünya siyaseti üzerine akıl yoranlar, Türk ve İslam Ülkeleri coğrafyasını siyasi olarak istikrarsız, iç çekişmelerin olduğu, terörün yeşerdiği ülkeler olarak görüyorlar. Fiili durum böyle olduğu için bu anlayışın yabana atılır bir tarafı yok.
            Dünya barışını tehdit eden ülkelerin de, bu ülkeler olduğunu belirtiyorlar. Bu coğrafyanın oluşturduğu medeniyeti riskli medeniyet olarak algılıyorlar ya da algılatıyorlar. Bundan ötürü medeniyetler arası çatışma ya da medeniyetler arası ittifak teorileri gündemi meşgul ediyor. Buna bir de dinler arası diyalog ya da dinler arası ittifak düşüncesi ekleniyor.
            Batı medeniyeti, kendi içerisindeki devletlerarasında barışı tesis etme yeteneğini ve uygulamasını zaman zaman becermektedir. Avrupa Birliği, Birleşik Devletler Topluluğu, Birleşik Amerika gibi…
            Büyük güçler kendi içerisinde barışı sağlama yeteneğini ve becerisini en üst düzeyde kullandığı gibi sömürgeleştirdiği ülkelerde de kullanarak bırakın devletleri, toplulukları kendi arasında bile ayrıştırarak, bölerek, düşmanlaştırarak, kendine barış elçisi ve barış gücü rolünü vererek kendine bağımlı kılmaktadır. Büyük güçlere itaat edildiği ve çıkarlarına uygun davranıldığı sürece barış elçiliği rolünü üstlenmektedirler.
            27 Eylül 2012 tarihinde televizyonda canlı yayında Başbakan Erdoğan’a bir gazeteci:
            -Sizin, ülkedeki barışı sağlamanızı Batılı güçler istiyor mu?
            Başbakan Erdoğan: "Bu işi (terör) bizim çözmemizi istemeyenler olabilir. Birinci derecede Batı, Batı bizim bu işi çözmemizi istemiyor. Açık söylüyorum Almanya, Fransa istemiyor ve bize yardımcı olmuyorlar. Tam aksine ülkelerinde terörist başlarına cirit attırıyorlar. Parasal kaynak oralardan. İskandinav ülkeleri tam manasına bu ülkelere yataklık yapıyorlar. Bir tarafta AB'de bu bölücü terör örgütü diyeceksiniz, hem de bunların bütün temsilcisi ülkenizde elini kolunu sallayarak dolaşacak, milyarlarca avro oralardan terörizme kaynak oluşturacaklar. Bunları görüyoruz, kendilerine söylüyoruz ama netice alamıyoruz ve netice aldıracak uluslararası bir kurum da yok.” diye cevap verdi.
            Tarihte bizim barış anlayışımız ise, bugünün büyük güçlerinin barış anlayışının tam tersi olmuştur. 
            Hun İmparatoru Attila, Roma kapısına dayandığında 
“Ey yoksulların koruyucusu… Ey zalimlerin korkusu... Ey büyük Attila! İşte ben, bütün Hıristiyanların temsilcisi, ben Papa 1. Leo, önünüzde diz çökerek yalvarıyorum: Roma’ya girmeyiniz. Dünya Hıristiyanları adına sesleniyorum, bize acıyınız!”
            Attila’a Papa’ya:“Kalkınız Papa hazretleri! Bir din büyüğünün önümüzde diz çökmesine gönlümüz elvermez…. Lütfen kalkınız! Roma’yı ve sizleri bağışlıyorum. Barış ve kardeşlik içerisinde yaşadığınız sürece, benden size zarar gelmeyeceğini biliniz. İmparatorunuz, Romalıları adalet üzere yönettiği sürece, ben uzaklardayım. Aksi halde çok yakınınızdayım! Selâm söyleyiniz, sizi bana gönderen İmparatorunuza!”
            Başlangıçta bütün Asya ve Doğu Avrupa, kavgacı oymaklar halindeydiler. Oymaklar durmaksızın birbirleriyle savaşırlar ve kan davası güderlerdi. Bu iki nedenden dolayı orada seller gibi kanlar akardı. Türklerin benimsediği anlayış olan İl (barış) dini bu dökülen kanlara son verdi. Asya’da, Doğu Avrupa’da genel bir barış sağlamayı başardı. Türk İlhanları zamanında Mançurya’dan Macaristan’a, dahası kimi kez Avrupa’nın merkezine değin genel bir barış sağlandı. Bu büyük alan içinde herkes başının üstüne altın koyup serbest ve özgür gezebilirdi. İlhan “barış hakanı” demektir. Bu birleşik sözcüğün başındaki il sözü “barış” anlamınadır. Atilla’nın savaşları, iç kavgalarla mezbaha halini almış olan Avrupa’da genel bir barış oluşturdu. Her yıl, oymak (aşiret) kavgalarının öldürdüğü insanlar milyonlara çıkardı. Bir kez büyük bir barış devleti kuruldu mu, artık uzun yıllar savaş olmazdı. Özellikle Türker’in savaşları bütün ulusların barışa çağrı ülküsüne dayandığı için, her ne zaman yenilen taraf barış isterse yenen Türk ise, kesinkes barış önerisini benimserdi. Fransız Grande Encyclopecie “Hunlar” maddesinde en büyük zaferler anında bile Atilla’ya ne zaman barış önerilmişse derhal benimsediğini yazar.”
            Amerika Birleşik Devletleri, Irak’ı işgalinde: “Barış ve kardeşlik içerisinde yaşadığınız sürece, benden size zarar gelmeyeceğini biliniz.”demedi. “Ben sizi daha çok bölmeye, daha çok parçalamaya, var olan düşmanlıklarınızı daha çok artırmaya, silah satmaya, yer altı ve yer üstü zenginliklerinizi almaya ve yönetmeye geldim.”dedi.
            Alman Filozofu Immanuel Kant, (d.22 Nisan 1724- ö. 12 Şubat 1804) “Ebedi Barış Üzerine Felsefi bir Deneme” adıyla yayınladığı eseri gibi müstakil bir eseri olmamasına rağmen Farabi (d.870-ö.950), barış içinde yaşama antlaşmasını üstlenmiş barışçı devletlere el Medinetü-l Müsaleme demektedir.
            Farabi “Erdemli Devlet” adlı eserinde “insanlık” ve “barış” sözcüğünü kullanır. “Varlıklar arasında mücadele yalnızca farklı türler arasındadır. Bir ve aynı türün içine giren varlıklara gelince; türün kendisi, onları birbirine bağlayan bir bağdır ve onların bu türden dolayı barış içinde yaşamaları gerekir. O halde insanlar söz konusu olduğundan onlar arasında insanlık (insaniyyun) bağlayıcı bağdır. Dolayısıyla onların müşterek insan türüne ait olmalarından dolayı, birbirleriyle barış içinde yaşamaları gerekir.”
            Farabi’nin eserleri üzerine çalışmaları olan İngiliz Walzer, Farabi’nin eserlerinde geçen “insanlık” ve “barış” sözcükleri hakkında şöyle demektedir: “Soyut insanlık kavramını ifade eden “anthropotes” kelimesi Platon ve Aristoteles’in elimizde bulunan eserlerinde mevcut değildir. O, Helenistik kaynaklı görünmektedir... “Bu kısımda varlığı varsayılan insanlık dayanışması ve bir dünya devletinin imkânı, bir önceki bölümde Fârâbî tarafından savunulmuştu. Ancak bu dünya devletinin bir filozof-kağan tarafından yönetileceği ve felsefe tarafından ortaya konulacağı ve kurallara uygun olarak düzenleneceği farz edilmişti. Bu evrensel barış talebi, her ikisi de sadece Yunanlılar arasındaki barışla yetinmiş olan Platon ve Aristoteles’in düşüncesinin ötesine geçmektedir. Ancak o büyük İskender zamanından itibaren, milli dayanışma duygusunun üstünde ve ötesinde tüm insan ırkının birliği ve dayanışması fikri eski dünyada gitgide daha fazla yayıldığından herkes tarafından kabul edilmeye başlamıştı... Plâtoncu bir filozof tarafından bir barış imparatorluğu hakkında yapılan bu tür felsefi bir eleştiri elimizde bulunan Yunan metinlerinde mevcut değildir. Ancak böyle bir metin var olmuş olmalıdır. Bu eleştiri gerek Roma imparatorluğu, gerekse büyük Helenistik devletlere uygulanabilir.”
                        Walzer’in, Fârâbî'nin kullandığı “insanlık” ve “barış” sözcüklerinin Platon ve Aristoteles’in eserlerinde olmadığını ve bu filozofların düşüncelerinin ötesine geçtiği fikrine katılıyoruz. Ancak O’nun, “insanlık” sözcüğü, Helenistik kaynaklıdır fikrine katılmıyoruz. Yine “Barış İmparatorluğu” fikrinin Büyük İskender zamanından itibaren başlatılmasına da gönlümüz razı olmuyor. Yunan bilgelerinin siyaset felsefeleri cite/kent devleti ile sınırlı iken Fârâbî'nin “devletler birliği” düşüncesiyle de adı geçen bilgelerden daha geniş düşündüğünü görmemezlikten gelemeyiz. Selçuklu ve Osmanlı sultanlarındaki “Cihan Hâkimiyeti” düşüncesi Farabi’nin barış anlayışının bir yansımasıdır. 
            Tarihimizde ve düşünce dünyamızda “insanlık” ve “barış” anlayışı ve uygulamaları olduğu halde bu anlayış ve uygulamamız Batı tarafından kabul edilmek istenmemektedir.
             “Barış il”i anlamına gelen “medinetü-s selâm” terimi Abbasi halifeleri tarafından Bağdat’ın resmi adı olarak kullanılmıştı. İslam’da barış anlamını içermektedir.
            Buna benzer biçimde Buhara, Semerkant, İsfahan ve Kahire gibi illere de bu unvan verilmişti.
            Onlarca yılı aşan bir süre cephede bilfiil savaşan, gazilik unvanını alan Atatürk de barış hakkında şu özlü sözleri ileri sürer: “Sulha milletin ve memleketin ihtiyacı olduğu kadar bütün cihan medeniyetinin de kati ihtiyacı vardır… Bugün bütün dünya milletleri aşağı yukarı akraba olmuşlardır ve olmakla meşguldürler. Bu itibarla insan mensup olduğu milletin varlığını ve saadetini düşündüğü kadar, bütün cihan milletlerinin huzur ve refahını da düşünmeli ve kendi milletinin saadetine, ne kadar kıymet veriyorsa, bütün dünya milletlerinin saadetine hâdim olmağa elinden geldiği kadar çalışmalıdır.
            Dünyada ve dünya milletleri arasında sükûn ve iyi geçim olmazsa, bir millet kendisi için ne yaparsa yapsın huzurdan mahrumdur.
            Artık insanlık mefhumu, vicdanlarımızı tasfiyeye ve hislerimizi ulvileştirmeye yardım edecek kadar yükselmiştir.
            İnsanları mesut edecek yegâne vasıta; onları birbirlerine yaklaştırmak, onlara birbirlerini sevdirmek, karşılıklı maddî ve manevi ihtiyaçlarını temine yarayan hareket ve enerjidir.
            Cihan sulhu içinde beşeriyetin hakiki saadetini ancak bu yüksek ideal yolcularının çoğalmasıyla mümkün olacaktır.
            Eğer devamlı sulh isteniyorsa, insan kütlelerinin vaziyetlerini iyileştirerek beynelmilel tedbirler alınmalıdır. İnsanlığın heyeti umumiyesinin refahı, açlık ve tazyikin yerine geçmelidir. Dünya vatandaşları haset, açgözlülük ve kinden uzaklaşacak şekilde terbiye edilmelidir.”
            Çok üst düzey insanlık için barış çağrısı yapan filozof ve devlet adamımız olmasına rağmen yetenek, bilgi ve siyasi derinlik bakımından ülke ve dünya barışına katkımızın zayıflığını keşfeden ve bu zayıflığımızı her zaman kullanan Batılı güçler, Rusya ve şimdi de Çin, İslam ülkelerinde iç barışın gerçekleştirilmemesi için ellerinden geleni yapmaktadırlar. İslam ülkelerinde, iç barışı gerçekleştirecek ne bilgi ne siyasi ne de bu uğurda gösterilen bir felsefi alt yapının olmadığını bildikleri için, sözde bu ülkelerin dünya barışına katkılarını da önemsememektedirler. Bu konuda büyük güçlerle her masaya oturuşta, alaylı bir ders verme tutumu içerisinde ‘önce evinizin önünü temizleyin’ demektedirler.
            Batının, Rusya’nın ve Çin’in insafına ve barış elçiliği anlayışına sığınmadan, iç barışı gerçekleştirecek akli bir olgunluk içerisinde barışı gerçekleştirmediğimiz sürece ne biz ne de çocuklarımız mutlu yaşamayacaklardır. İslam ülkelerinin bu duruma gelmesinde suçlunun Batı olduğunu ileri sürerek suçumuzun ve günahımızın olmadığı anlayışına sığınarak sorumluluktan kaçamayız.          Dönüp kendimizi sorgulama zahmetinde bulunmalıyız. İslam ülkelerinin “Barış Gücü” var mı? Yoksa niye yok? Olması için ne yapmalıyız diyen var mı? 40 yıldır ülkeleri işgal edilen, birbirlerini böcekler gibi yiyen Afganistan’a mutluluk ne zaman gelecek!
            Din, mezhep, ideoloji, kavim, grup, aşiret, cemaat gibi sosyolojide kullanılan terimlerin içerisinde kalınmadan ve bu kavramlara zihnimizi hapsetmeden, insanlığın işine yarayacak üst erdemleri insanlığın önüne koymalıyız. Avrupa’ya barışı getirdiği için barış tacını giyen Attila’nın, Abbasi halifeliğinin barış tacını takan Tuğrul Bey’in, bilge Farabi’nin ve Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün barış anlayışını kendimize, uygarlığımıza, insanlığa özellikle de Batı’ya iyi anlatmalıyız.
            Savaş duyguların zaferiyse, barış aklın zaferi olacaktır. 
Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.