12 Mart Erzurum’un düşman işgalinden kurtuluşunun yıldönümü.
Bu dönüm noktası bugün de bize sadece bunu çağrıştırıyorsa vay halimize!
Elbet o sıkıntılı zamanları bizim özgürce yaşayabilmemiz adına göğüsleyenlere olan minnet ve şükran borcumuzu unutalım demiyorum, bununla birlikte topyekûn hepimize onları anmaktan başka vazife düşmüyor diye düşünüyorsak, hem biz hem de gelecek nesiller yanmış demektir.
Düşmandan temizlenen şehrimizde yeni bir kurtuluş savaşını başlatmanın zamanı gelmişte geçiyor dersem garipseyeniniz olur mu bilmem?
Bana sorarsanız geç kalınmış bir mücadeleye derhal başlamanın, mevcut hamleleri hızlandırmanın zamanı gelmiştir. Bu mücadele daha özgür yaşama alanları oluşturmanın mücadelesidir. Ve en az kurtuluş mücadelemiz kadar önemlidir.
Bu şehirde yaşayanların insanca bir yaşam standardına ulaşması için hâlâ yeterli tedbirler alınmış değilse, başımız önümüzde dolaşmaktan gayrı yapacak bir şeyimiz olmaz. Şimdi kimilerinizin ‘devlet’ diye başlayacak bahanelerinizi duyar gibi oluyorum. Asla! Dünya ve elbette Türkiye geldiği süreçte, devleti baba vasfından uzaklaşmaya yönelik politikalar izlediğini artık açıkça görüyoruz. Biz özelleştirmelerin, yap-işlet-devret modelerinin gündemin birinci maddesini oluşturduğu şu günlerde, devletten yeni istihdam olanakları oluşturmasını bekliyorsak avucumuzu yalayacağız demektir. Bu arada devletin de yatırımları hızlandırmak için yapması gereken alt yapı çalışmalarını unutmuş değiliz. O başka bir hak arama meselesidir.
Bizim bir arada, elimizde var olanları birleştirerek bir ekonomik seferberliği başlatmamızın zamanı geldi de geçiyor gerçeği gündemimizin birinci maddesi olmalı. Herkesin artık birbirine güvenmeye başlayarak, ellerindeki güçleri birleştirmesi zamanı geçmektedir diyorum. Bu iş, bu şehirde yaşayanların alevlemesi gereken bir süreçtir vesselam.
Sadece ekonomik kalkınmayla da, yeniden dediğimiz kurtuluş mücadelesini kazanmış olmak mümkün değildir.
Mutlu yaşama endeksi denilen sosyal hayata insanların katılımını ölçen parametrelerde de öne geçecek imkanlara sahip olmalıyız. Elbette birbirimizin fikirlerine saygı duyacağımız, kabul etmesek de dinleyebileceğimiz bir ortamı da oluşturmamız gerekir.
Demokrasi, birey özgürlüğü temeline dayalı bir insan öncelikli yönetim biçimidir. Ya da öyle olmalıdır. Bunu sağlamıyorsa demokrasi diye adlandırdığınız şey lafı güzaftan gayri birşey değil demektir. Çifte standardın hakim olduğu, güçlünün doğal olarak haklı kabul edildiği bir demokrasi anlayışının adı dayatmacılıktan öteye gidemez ve biz bu ucubeyi tanımlarken demokrasi demeye devam ediyorsak, beklentilerimize cevap bulamayacağımızı peşinen bilmemiz gereklidir.
Ekonomik gücü, sosyal statüsü ne olursa olsun bireye kamusal alanlarda eşit yaşama imkanları sağlamalıyız.
Bu yeniden kurtuluş mücadelesinde bilim meşalesini elimizden bırakmayarak koşmaya devam etmezsek karanlıkta kalmaktan başka bir durumla karşılaşmayacağımız da kabul edilmelidir.
Öyleyse yeni baştan bir arada yaşamamızı kolaylaştıracak temel doğrularımızı gözden geçirmeli, geçmişten gelen inanç ve geleneklere dayalı güzel hasletlerimize gericilik yaftasını vurup dışlamadan herkesi kucaklayacak bir özgürlük platformu oluşturmalıyız.
Yenilenmeliyiz, sistemin eksik ve gediklerini onarmaktan korkmamalı, yeterli gelmiyorsa halkın da onaylayacağı çağa uygun şartları hayatın içerisine dahil edebilmeliyiz.
Yoksa meydanlarda savaş provaları yaparak, “nasıl yendik ama?” naraları atarak bir yerlere varmamız mümkün olmaz.
Bir daha böyle bir zaferi kazanmak zorunda kalmayacağımız barış, huzur ve güven dolu yarınlar dileğiyle.