“Orta Asya’nın merkezinde Minusinsk bölgesinde keşfedilen kültürel varlıklarıyla, tarih sahnesine çıkan Türkler, M.Ö. ve M.S. çeşitli yönlere muhtelif zamanlarda göç etmişlerdir. Bu tarihi göçlerin belki de en etkilisi, XI. yy’da batıya yani Anadolu’ya doğru olanıdır. Türkler gittikleri yeni coğrafyaların önemli bir kısmında hakim olup, o bölgeleri yöneltmeye başlamışlardır. Bu yönetimlerin en karakteristik özelliği ise bölge halkına karşı uyguladıkları hoşgörü politikasıdır. Türklerin bu yönetim şekli, bölgenin eski sahiplerinin yerlerinden ayrılmamasına hatta gidenlerin geri gelmesine neden oluyordu. Bu nedenle, geniş sınırlara ulaşan Türk devletlerinin çatısı altında sadece Türkler değil, başka kavimler de bulunuyordu. Zira aksi bir hareketin tarifi ya barbarlıktır ya da soykırım yapmaktır. Doğal olarak tarih boyunca Türklerin yanında Rumları, Farsları, Arapları, Gürcüleri, Ermenileri, Moğolları ve daha başka kavimleri görmek çok doğal bir seyirdir. Eğer bu yönetim şekli ve dünya görüşünün ortaya çıkardığı yapıdan yola çıkarak, “Türk diye bir ırk yoktur, sentez vardır” diye bir tespitte bulunursak, büyük bir yanlışa düşmüş oluruz. Eğer “Türk diye bir ırk yoktur” derseniz, Orta Asya tarihinin tamamını, Orta Doğu, Ön Asya, Maveraünnehir, Mezepotamya, Kuzey Afrika ve Doğu Avrupa tarihinin de önemli bir kısmını silerseniz. Ve eğer Türkleri tarih sahnesinden silerseniz, İslâm tarihini de küçük bir coğrafyaya sıkıştırmış olursunuz. Yukarıda belirttiğimiz coğrafyalar için Türkleri yok saymakla, bu coğrafyaların hafızasını silmek aynı şeydir.“
Editör