Geçmiş zaman içinde Erzurum'un Tortum ilçesine bağlı bir köyde yeni açılmış bir ilkokul varmış.
Bu ilkokul 1952 yılının sonbahar aylarında kapılarını eğitim ve öğretime açmış.
Derken öğrenciler ağır ağır okula kaydolmuş, Pulur Köy Enstitüsü mezunu genç bir öğretmen derslere başlamış.
Okul eski tek katlı, toprak damlı bir medrese olup minik yüreklere ev sahipliği yapmaya başlamıştı. Çocuklar misafir olmuş, ama bugünkü gibi sıra, masa, sandalye yok. Hasır üzerinde oturup ders görüyorlar.
Genç öğretmen dışarıdan toplattığı ağaç dallarından çöpler oluşturmuş, bu çöplerle harfler yapıp öğrencilerine bir şeyler öğretmenin çabasına başlamış.
Günler sonra tebeşir ve kara tahta okula gönderilmiş. Öğretmen kara tahtayı duvara çaktıktan sonra tebeşirle yazdığı kelimeleri öğrencilerine okutmaya başlamış. Bir öğrenciye (ismi bende mahfuz) oku bakalım deyince, çocuk zorlanarak da olsa kelimeleri okumuş.
Öğretmen derhal bu öğrenciye bir kalem hediye etmiş. Öğrenci sevinçten havalara uçacak gibi olmuş, gece kalemi yüreğine bastırarak uyumuş.
Günün birinde köyün yaşları ilerlemiş gençleri sınıfa girmişler. Fakat oturacak yer olmadığından ayakta kalmış, sınıfa giren öğretmende bu gençleri sınıftan dışarı çıkarmış. Fakat olanda olmuş. Zaten öğretmeni kabullenmeyen bu gençler köyde şu şayiayı ortaya atmışlar.
"Öğretmen Kur'an-ı kapıya attı" . Tabi o devirde böyle bir olayın olması akla hayale gelmeyecek bir işti. Dedikodular başını almış gitmişti. Bir suçlu lazımdı. Suçlu gizlice fısıltı şeklinde ilan edildi. Kalemi kazanan öğrenciydi.!
Olayı duyan öğretmen derhal ödüllendirdiği öğrencisinin bu iftirayı attığını araştırmadan dedikodulara inanmış ve öğrencisini cezalandırma yolunu seçmişti. Aslında öğrencinin böyle bir şey söylediği yoktu. Ancak ok yaydan çıkmış, öğretmeni bu çocuğu üç gün tek ayak üzerinde sınıfta tutarak cezalandırmıştı.
Çocuk ne yapmışsa öğretmenini ve akrabalarını ikna edememişti. Bu iftirayı atanlarda gerçeği söylememişlerdi.
Derken yıllar geçmiş, öğretmen emekli olmuş, öğrencisi de altmış yaşını devirmiş, 2000'li yılların başına gelinmişti. Bir gün Terminal Caddesi'nden aşağı giden o günün öğrencisi, bu günün yaşlı dedesi karşısında birden yaşlı birini görmüş, kanı ısınmıştı. Birbirlerinden selamlaşmadan geçen bu iki insan birden geriye dönerek birbirlerine bakmış tekrar yürümüşler, biraz gittikten sonra tekrar geriye dönüp birbirlerine bakınca öğrenci olan farkında olmadan öğretmenine doğru yürümeye başlamış, yılların öğretmeni ağarmış saçları ve titrek elleriyle gelen adama sormuş. Nerelisin? Tortumluyum. Falan köylümüsün? Evet o köydenim demiş. Adın (Ş) mi deyince evet demiş. Demiş ama birden birbirlerine sarılıp ağlamaya başlamışlar. Aradan elli yıldan fazla zaman geçmiş, Yaşlı adam öğrencisin hatırlamıştı. köylüyüm. Öğretmen öğrenci buluşması göz yaşları içindeyken öğretmen öğrencisini çay içmeye davet etmiş. Bir kahvede çayları yudumlarken 1952 yılındaki iftira olayı hatırlanmış, öğrenci öğretmenine "öğretmenim inanın o iftirayı ben atmadım. O gün sınıftan çıkardığın o gençler uydurmuşlar" demek suretiyle gerçeği beyan etmişti.
Ama yıllar geçmiş, olan olmuştu. Öğrenci ve öğretmeni birbirinden halellik alıp ayrıldıklarında yılların acısı bir kez daha tazelenmiş, "iftira olmuştan beterdir" ata sözü bir kez daha gerçeğe dönüşmüştü.