İnsan bazen öyle susar ki;
Lal olur dili... Oysa ağzından çıkacak her kelime aslında "Lav" gibidir.
Ama susar!
Yakar içini...
***
Atalarımız bize, susmanın adam olmak olduğunu öğrettiler. Lakin; gün gelir memlekette adamın a'sı bile kalmaz demediler.
Eee..!
Büyük olmak kolay değil...
Hele; sütü bozukların bol olduğu bu şehirde, büyümek hiç kolay değil!
***
Bir kaç gündür dostlarım, (kelimenin gelişine yazdım) yani siz okurlarım; "neden yazmıyorsun?" diye sitem dolu, hatta; "sen de mi sıradan ve bedeli olan bir adamdın?" diye suçlayıcı ve daha buraya yazamadığım bini bir para, bin bir hakaret dolu mesaj atıyorlar.
Evet, yazmıyorum!
Dahası o kadar çok yazacak şey varken; hiçbir şey yazamıyorum...
Meselâ; Ankara'da kimlerin, hangi yol arkadaşına kumpas kurduğunu,
'Dava' diyerek toplum adına yola çıkanların nasıl, bireyselleştiğini,
''Dost dost ... '' diyerek, hangi dostun, hangi dostuna pusu atıp, ayağının tökezlemesini beklediğini,
Herkesin yüz yüze nasılda özden, arkadan ise nasıl da sek sek oynadığını,
Dönen tekerlerine inat, dönmesin diye her tekere kimlerin çomak soktuğunu,
'Ağır ol ki batman gelesin...' diye doğduğumuz andan ititbaren bu çoğrafyada belletilen lafın karşılığını, ad edinenlerin tüy kadar hafifliğini,
Her yere sunulan ama sunacak bir bardak suları olmayan ürkekleri,
Tafrası kadar tayfası, iki evlek tarlasıyla kendini toprak ağası, devletin makam arabalarını, babalarının eşeği sananları ve daha nicelerini...
Yazmıyorum!
Meselâ; hiç yaşlanmayacak bu Cumhuriyet'i, babamdan küçük görüp, birilerinin sırtında bir asalak gibi ihtişamla yürümüyor, kendimi kibir kulelerinin sultanı sanamıyorum!
Bu lanet yazı işçiliği de böyle erdemli bir virüs işte!
Hani; şekerin tatlı, biberin acı, Erzurum'un soğuk olduğunu bilirsin ya!
Meselâ yine, bilirsin adamların adam olduğunu da adam bildiklerinin adam olamadıklarını,
Ve kızarsın ya, kendi kendine... Komünist Nazım'ın, kendine kızdığı gibi;
"yani sen elmayı seviyorsun diye
elmanın da seni sevmesi şart mı?..."
Ve eklersin ardı sıra:
Ve hayat; aslında senin hayal etmediğin kadar çirkin çok kimselerle doluysa...
Ve... Umutları daha taze bahar bu kadim kentte, yüreğinin tüm sıcaklığını hissederek bağrına bastığın kelli felli adamlar her geçen gün yamuluyorsa...
Bazen susmak, susa kalmak; amentü gibi gerçeği bilip lal olmaktır...
Ya da gözü pek bizim Nihat Kılıçoğulları'nın, yukarıdaki fotoğrafı gibi donup kalmak.
Anlayacağınız!
"Bozuk saatleri götürmeyin tamire,
hiç bir şarkı o çarkı eskisi gibi çalıştıramaz..."
***
Bu günlerde çok moda; "Haksızlık karşısında susmak dilsiz şeytan olmak..."
Bu güzel söz karşısında; gördüğümüzü, işittiğimizi anlatmak ise boynumuzun borcu. Susmanın önce kendimize, sonra size haksızlık olduğu gün gibi gerçek!
O zaman biz yazalım, suskunluğumuzu bozalım, bozalım da siz de suskun kalmayın!
Yorumlarınız, eleştirileriniz, övgüleriniz hatta sövgülerinizle çıkın ortaya, paylaşın ki; Midas söylencesi gibi bir dipsiz kuyuya bağırmadığımızı bilelim...
Bilelim de; ne yazacağımıza, neyi yazmadığımıza ona göre karar kılalım...
***
Her şeye rağmen şunu unutmayın ki;
Biz artık susmayacağız!
Ve bilesiniz ki;
İffetten, izzetten, erdemden ve edepden bahsederken bu haykırışımıza destek olmayanların boynunda hep asılı kalacak vebalimiz!
Suskunluğumuzu bozduk bozmasına da çok uzattık lafı, iyisi burada keselim.
Alvarlı Muhammet Lütfü Efendi'nin Babası Hüseyin Efendi'yi de yetiştiren, Şeyh Hamza Nigari'den bir alıntı ile bu dertleşmeyi bitirelim.
"nice ağlamayım, etmeyim feryâd,
giriftâr-ı aşkın bî-nevâsıyem.
leyli'nindir mecnun, aslı'nın kerem,
ben de şeyh nigâr'ın mübtelasıyem."
Bizimki de Erzurum'a müptelalık işte...
Erzurum'da yaşayanların kavgası ve kaygısı anlayacağınız...
Başa dönüyoruz... Kar yağıyor Erzurum'a..
Hadi sarılın telefonlarınıza gün, selfi günü!