Bir hüzün yürüyüşü bu... Sessiz ve düşünceli adımlarla mesafeleri adımlayışımız... Her geçtiğimiz noktada hüzünden bir işaret bıraktığımız... Gâh iki damla yaşla... Gâh mahzun bir bakışla... Gâh kırık dökük iki mısrayla... Yaşadıklarımıza... Yaşayamadıklarımıza... Uzak iklimlere gönderdiklerimize...
İçinde; bütün bir dünyanın gizlendiği sözü söyleyecek birini bulamamışlığın acısını beraberinde taşıyan bir yürüyüş bizimkisi... Hüzün yürüyüşü... Caddelerde başlayıp, "kalbe daha yakındır" denilen sokaklarda, şehrin terk edilmiş, bibaşına bırakılmış, sesleri yok edilmiş, öksüz ve yetim, yıkık ve harap sokaklarında devam eden...
Bir sabah vakti, masmavi bulutlarla süslü, açık ve berrak bir gökyüzü altında sürerken bu yürüyüş... Gökyüzüne ser vermiş dağların eteğinde kurulu şehre melûl melûl bakarak geçmişi sorgularken... Ve akşam olunca, yıldızlar hikâye ederlerken kendilerine bakıp dilek tutanları... Düşünürken; hayalleri tükenmiş, umutları; zorlu hayat yürüyüşünde yarım kalmışları... Öyle bir iç çekiş kopup gider ki sizden... Yarılacakmış sanırsınız yüreğinizi... İşte öylesine bir yürüyüştür bu... Bir hüzün yürüyüşüdür bu...
Göğsünü dolduran sitem rüzgârlarını haykıracağı bir can ve bir mekân bulamamış genç kızın, cihanı velveleye vermesi gereken bakışlarında tüllenendir bu... Bir titrek bakıştır. Bir acı yalvarıştır. Bir iç döküştür. Atılan taşın yerini bulmayışıdır. Zamana direnemeyen bir gülün erken boyun büküşü, soluşu, bir yaprağın, kendini tutmasını beceremeyen ağaca kahredişidir. Bir hüzün yürüyüşüdür bu...
Kendinin ve başkalarının hayatını yazmak için çabalarken kulak verilen bir iç sestir. Her kelimede yeniden tekrarlanan, her cümlenin bitişinde yeniden sorgulanan bir sestir bu... "Biz hüznün çocuklarıyız, siz sevinçlerin... Biz hüznün çocuklarıyız ve hüzün, şerli kalplerin civarlarında yer tutmayan bir ilahın gölgesidir. Biz hüzünlü ruhların sahipleriyiz ve hüzün küçük ruhların alamayacağı kadar büyüktür. Biz gözyaşı döker, biz ağlarız. Ey gülenler; kim gözyaşlarıyla bir kere yıkanırsa hayatın sonuna kadar pak olarak gider." (Halil Cibran, Fırtınalar,s.43)
Ruha ulaşan her nağmenin ruhtan bir parça koparması... Kopan her parçada sapsarı bir yalnızlıkla buluşulması... Buluşulan noktada başka yalnızlar için ağlanılması... Ve yenilgilerin savurduğu hayatlar için üzülmeyi başarabilmektir bu yürüyüşün amacı. "Biz ağlarız, çünkü dulun perişanlığını, yetimin bedbahtlığını görürüz. Sizler gülersiniz. Çünkü, altının parlayışından başka bir şey görmezsiniz. Biz fakirin inleyişini, mazlumun feryadını işittiğimiz için ağlarız. Siz kadehlerin çın çın seslerinden başka bir şey duymadığınız için gülersiniz." Halil Cibran, Fırtınalar, s.44) O işte... Hüzün yürüyüşü...
Yürüyüş... Ve bu kentte... Kirlenen... Kirletilen... Kirliliği günbegün artan bu kentte. Bu kent, bildiğiniz o kent ( o şehir) değil. Evler; seslerin birbirine karıştığı o evler değil. Sokaklar; o eski sokaklar değil. Caddeler; alıştığınız, selâm ve muhabbetle yüklü caddeler değil. Ve en önemlisi; dostluklar; samimiyetten kaynaklanan, o eskimeyen, araya menfaatin, paranın ve makamın girmediği dostluklar değil. Her birimiz, bir kuytuda nisyâna terketmişiz hayatı anlamlı kılanları. Arkadaşlıklar, akrabalıklar, kardeşlikler, yeni zaman boyutunun pespâye şeklini almak üzere..."Yenildik sana ey zaman, bu kesin fakat yine de / Yine de demek isterim derdimi ." üç beş cümle ile de olsa…
Ama siz yine de bırakın hüzün yürüyüşüne kapılanları... Dile getirdiklerini atın bir kenara zamanı geçmiş bir eşya gibi... Siz yürüyün kamusal alanlarda belirlediğiniz hedeflerinize doğru... Bu yazılanları da, zor zamanda yazılmış hezeyanlar olarak kabul edin...
Siz yürüyün... Yine de yürüyün… İnsana dair ne varsa geride bırakarak hedeflerinize doğru…