METİN VE SÖZCÜK
 
Gelin bir kaç yazı da metin ve sözcük kavramlarına ayıralım. Gündemimizden hiç çıkmazlar ama, acaba tam anlamıyla vakıf mıyızdır bu iki kavrama?
...
Daha önceki köşelerimizden birinde yazının dili mekana bağımlı kıldığından söz etmiştik.  Dile mekan metindir.
Kuşkusuz her metin kendi dilini yaratır ve her metin kendi özel dil kullanımının bir ürünüdür. ‘Metin mi dili yaratır, dil mi metni?’ sorusu tavuk-yumurta ilişkisindeki gibi bir yanıta gebedir. Dolayısıyla dili metinden, metni de dilinden bağımsız değerlendirmek olası değildir.
Günümüzde daha çok yazılı bir bütünselliği ifade eden metin, aslında Walter J.Ong'un da dediği gibi, “etimolojik açıdan kökü alfabe harfi (litera) olan ‘yazın’ (literature) kavramına oranla, sözlü anlatıma daha uygundur”. İngilizce karşılığı text olan metin, kökü itibariyle ‘dokumak’, ‘birleştirmek’ fiillerini karşılarken, örneğin sözlü söylem, özellikle sözlü kültürlerde bu iki sözcükle açıklanmıştır. Sözcüğün algı ve uygulama alanında geçirmiş olduğu bu evrilme, bugün, tek veya çeşitli anlam katmanlarını içinde barındıran ve iletişim bağlamında bir veya birden çok kişiye aktarılan bütüncül bir dil dizgesi tanımına denk düşmektedir.
Yine genel algı çerçevesinde metni kapalı bir yapı; başı ve sonu olan, anlamın barındırıldığı, çeşitli anlatım birimlerinden oluşan bir bütünlük olarak da değerlendirebiliriz. Bunlarla birlikte metnin olmazsa olmazı iletişim değeri taşımasıdır. Varlık sebebi de budur.
Ayrıca metin, M.Charles’ın ifadesiyle, “bir bilgi ve bir bellektir: Kayda geçmiş bir bilgi, her an kullanılabilir durumda ve örnek bir biçimde emanete alınmış, kolayca belleğe alınabilen bir bilgi” havuzudur da. Michel Arrive ise “söylem (discours), anlatı (recit) ve bunlar arasındaki ilişkilerin meydana getirdiği bütüne” metin demektedir. Aslında yapılan ve yapılacak olan bütün tanımlar, metnin ard arda ve öylesine sıralanmış dil dizgelerinden oluşan bir bütün değil de, belli anlatım araç ve birimlerinden oluşan bir yapı olduğu noktasında kesişirler.
...
Bir metin belli dil unsurlarının rastlantısal olarak yan yana gelmiş hali değilse, onda bilinçli bir örgülenme, düzenli bir sistem söz konusudur.  Bu düzen onun yapısallığını oluşturan belli dilsel birimlerin varlığı ve bunların etkileşimi ile gerçekleşmektedir. Metin adını verdiğimiz bütünün yapısal birimlerinin temelinde kuşkusuz "sözcük" kavramı vardır.
Sözcük, adından da anlaşılacağı üzere ‘söz’ ve ‘söylemek’le eşleşebilen ve temeli sözlü iletişimde olan, metin / yazıda da görsel bir nesneye bürünen dilsel birimdir. Bir kod, bir belirtidir sözcük; Doğan Aksan'ın deyimiyle dilden dile değişen ses dizileriyle zihindeki kavram ve tasavvurları söz haline getiren anlatma birimidir. Bir başka deyişle, anlamı olan ses ya da ses birliğidir. Buradan sözcüklerin tek bir anlam taşıdıkları sonucu çıkartılmamalıdır kuşkusuz. Bir sözcük, sözlük karşılığı tek bir anlam ifade eder gözükse de, asla tek boyutlu değildir. Sözcükler anlam çerçevelerini oluşturan, asal anlam, yan anlam, çağrışım / tasavvur alanları ve duygu değeri olarak temelde dört boyuttan oluşur. Asal anlam ve yan anlam konularını ileriki yazılarımıza bırakıp, bu bölümde sözcüğün çağrışım alanı ve duygu değerinden söz edeceğiz.
Şurası kesindir ki, her sözcük her birey ve toplumsal sınıflar arasında farklı çağrışım alanlarına sahiptir.
Sözcüğün bireyin öznel ve çevresel etkenlerle anlamını boyutlandırmasına ilişkin Dorothy Mulgrave, “düşüncenin anlamı sözcüklerin kendinde değil, dinleyende veya okuyanda bir tepki yarattığı anda vardır” biçiminde bir açıklama getirmektedir.  Doğaldır ki, herkes, aynı nesne, durum veya olayı farklı biçimde algılar; çünkü herkes özde dünya ile ilişkisini tek başına kurar ve herkesin yaşamsal süreçleri farklıdır. Dillerin anlam yapıları, aynı zamanın ve aynı coğrafyanın insanları arasında bile, yaş farklarına, mesleklere, cinsiyet, eğitim, inanç yapıları vs. özelliklere göre farklılık taşır. Hatta aynı kişinin değişik yer ve zamanlardaki algılamaları bile farklıdır. Dolayısıyla sözlerin toplumun bütününde ortak olan gerçek ve mecaz anlamları yanında, bir de çağrışım alanları olması kaçınılmazdır. Sözcüğün çağrışım alanına verebileceğimiz örnekler sınırsızdır. Jop, tespih, tek taş pırlanta yüzük, tezek, kemençe vs. Jop hemen her yerde polisi veya güvenlik görevlisini, tespih kabadayıyı veya ibadet aracı olarak Müslümanları veya Yahudileri çağrıştırır. Tek taş pırlanta yüzük evliliği, tezek köy gibi kırsal yerleşim bölgelerini, kemençe ise Karadeniz’i çağrıştırır.
Sözcüğün anlam çerçevesi bağlamında sahip olduğu diğer bir boyut ise duygu değeridir. Bu, bazı sözcüklerin kişide uyandırdığı bazı duyguları anlatmaktadır. Kuşkusuz, herkeste ve her toplulukta, sosyo-kültürel, cinsiyet, yaş gibi unsurlar arasında tek tek ölçülemeyecek oranda değişen bir takım duygu kalıpları vardır. Örneğin kin, sevgi, kızgınlık, kıskançlık, acıma, tiksinme, hayranlık, korku vs. gibi, bir bölümü dille anlatılamayan duygular, sözle olan bağlılıkları oranında ve birlikte gelen duygular olarak anlamın tanımlama alanı içine girerler. Duygu değeri, çağrışım alanına oranla daha bireyseldir. Duygu kişiden kişiye göre değiştiği için her kişiye göre belli anlam ifadesi söz konusudur.
Yukarıda çağrışım alanına ilişkin vermiş olduğumuz örnekler, belli grup algısını yansıtırken, duygu değerinde sözcük bireysel bir algı çerçevesine oturtulur. Örneğin polis, aşk, evlilik gibi sözcükler herkeste farklı renklere sahiptir. Birisi yaşamının bir yerinde polisten dayak yemişse, öfke veya nefret duygusu barındıran bir sözcük halini alır, başka birisi polis sayesinde kötü bir durumdan kurtulmuşsa sevgi ve minnet dolu bir sözcük değeri taşır. Yine sevdiği birinden veya eşinden henüz ayrılan kişi için aşk ve evlilik sözcükleri, diğer insanlara oranla değişken duygu değerleri ifade eder.
...
Sözcüğün anlam çerçevesinin iki boyutu olan çağrışım alanı ve duygu değerine yaptığımız bu değinileri, önümüzdeki yazılarda biraz daha boyutlandırmayı düşünüyoruz.
Umarız faydası oluyordur.