MÜSLÜMAN DÜNYA NEDEN GERİ KALDI

İnsanoğlu yeryüzünde hayata başladığında tabiatın içinde o günkü şartlar altında hayatını devam ettirip yeryüzüne yayıldıkça akıl, zihin ve el becerileriyle dinlerin ortaya koyduğu ilke ve prensiplerle gelişti, sepildi, değişik sosyo-kültürel medeniyetler inşa etti.

Müslümanlar açısında Mekke’den çevreye yayılan muhteşem bilgiler coğrafyadan coğrafyaya ilerledikçe yeni bilgiler, yeni sentezler geçirip Hicri ikinci asra, Miladı dokuzuncu asra ulaştılar.

Bağdat, Şam, Buhara, Semerkant ta yeni, dinamik, kâinatı algılayan bugünkü bilimlerin temellerini attılar. Bu bilimlerin akli temeli olan matematik bugünkü gelişimini doğrudan doğruya İslam Medeniyetinden aldı. Cebir, trigonometri, logaritma ve matematik gelişmenin esasını oluşturan sıfırı ve onlu rakam sistemimizi aldılar.

Cebir’i bulan El Cabir, Trigonometriyi bulan El Battani idi. Düzlem ve küresel trigonometriyi insanlığa o sundu. Non Euklidiyen geometrinin müjdecisi Nasiriddin Tusi bu medeniyetin çocuğuydu.

Newton veya Paskalın bulduğunu sandığımız onlara mal edilen “binom formülünü” ortaya koyan şiirin ve matematiğin taçsız kıralı Ömer Hayyam idi. Analitik geometriyi kuranlarda bu medeniyetin çocukları idi.

Bacon’un sandığımız deney ve gözlem metodumuzda o koca Türk El Harezmî’nin eseri idi. Tecrübeî metodun kurucuları bizlerdik. Eğer bunları insanlığın elinden alırsanız geriye ne kalır.?

Kimya ilmini sihirbazlıktan kurtaran, damıtma, yükseltgenme, süblimleştirme, billurlaştırma, katılaştırma metotları bu coğrafyanın ürünüydü. Sülfürik asit, nitrik asit ve alkolü bulan Müslüman bilginlerdi.

Işığın yayılma teorisi, görme olayını tutarlı şekilde izah edenlerde Müslüman fizikçilerdi. Fotoğraf makinasının çalışma esası olan “karanlık oda” metodunu, okuma gözlüklerinin icadı bize aitti.

Gökyüzüne bakın. Astronomik araçları kullanan Uluğ Beyi, Nasiriddin Tusi, Burini’yi görürsünüz. Yıldızları orijinal adları asırlarca bizim terimlerimizle anıldı.

Penisilin Aspergellisun küf maddelerini, tıbbı büyücülükten kurtaran İbn-i Sina’yı nasıl unutabiliriz. Kemik iltihapları, menenjit, sekonder iltihap, ploresi, pnömöni, interkasbal nevralji, karaciğer apsesi, barsak ve böbrek hastalıkları, şarbon, veba, göz, beyin ve rahim cerrahisi bu medeniyetin geliştirdiği, insanlığın hizmetine sunduğu bilgi demetleriydi.

Çiçek aşısını, karantina metodunu armağan eden bizlerdik. Tarihe felsefi boyut kazandıran İbn-i Haldun bu medeniyetin çocuğuydu. Endülüs’te yapılanlar, yazılanlar batıyı aydınlatan fikirlerde bu mümbit coğrafyanın armağanları idi.

Evet, bütün bunlar yaşanırken aklımıza şu soru gelebilir: 13 asrın sonlarına kadar İslam Dünyasında bilimsel gelişmeler yapılırken, yeni teoriler inşa edilirken, telif eserler kaleme alınırken özellikle iki, üç asır süren durgunluktan sonra İslam Medeniyeti yıkılmaya, çöküşe neden geçti?

Bir medeniyet çöküşe, yıkılışa geçiyorsa iki etmen burada ana rolü oynar. Birincisi toplumların, milletlerin yaşama azmi bitmiş, tükenmiş, yok oluşa gitmektedir…! Tıpkı Asur, Babil, Elam, Akad, Roma, Bizans gibi…

İkincisi insanların, toplumların ve milletlerin yaşama azmi bitmemiş lakin kurumları tefessüh etmiş, ehliyet ve liyakatten uzaklaşmış yöneticilerin elinde yok oluşa sürüklenmiştir.?

Tarihin perde arkasından gelen uğultuya göre insanımızın, toplumumuzun ve özellikle Türk Milletinin yaşama azmi bitmemiştir. Çünkü eğer bitmiş olsaydı Kafkaslarda, Galiçya’da, Çanakkale’de, Filistin’de, Yemende, Bağdat-Musul hattında dört yıl boyunca aç susuz mücadele edemez bir kurtuluş savaşı yapamazdı. Eğer yaptıysa milletimizin hala yaşama azmi ve iradesi vardır.

O halde ikinci seçenek öne çıkıp bize tarihi olaylara akıl bilim penceresinden bakmamızı önermektedir. Özellikle 1550 yılından sonra devlet adamları için yazılan risaleler ve nasihatnameler okunduğunda mağlubiyetlerimizin sebebinin büyük ölçüde devlet adamlarımızdan, kendini yenileyemeyen sistemimizden, ehliyetsiz ve liyakatsiz insanlardan kaynaklandığı görülecektir.