Mahallenin en sevilen sakini, en merhametli büyüğü, en cömert insanı ve en bilge kişisiydi.

Adı, Hüseyin’di. Ama kimse adını bilmezdi.

“Sağır bakkal” derdi, herkes…

O da asla bu hitap biçiminden müşteki değildi.

Çocuklar bakkala gelip de, “sağır bakkal amca” dediklerinde, tebessüm bile ederdi.

Oysa bakkal Hüseyin sağır filan değildi.

İyi ama niye “sağır bakkal” derlerdi?

Öyküsü şöyle efendim…

Bakkal Hüseyin, her sabah olduğu gibi o sabah da dükkanını açmış, temizlik yapmış müşteri bekliyordu.

Genç bir kadın girdi bakkaldan içeriye…

Önce yumurta aldı, sonra yerde kasanın içerisinde istiflenmiş ekmeklerden almak için eğildi.

İnsan bu…

Eğildiğinde ekmek almak için o genç kadın, eskilerin ifadesiyle “kabahat” etti.

Öyle ya…

Kim olsa hele hele de bu bir kadınsa, mahcup olur değil mi ve dahi utanır da…

O genç kadın da aynı halet-i ruhiye içindeydi.

Bakkal Hüseyin, kadına seslendi:

“Kızım ben sağırım, bir isteğin varsa yüksek sesle söyle.”

Genç kadın rahat bir nefes aldı; en azından “kabahatini” duyan bir bakkal yoktu.

İşte o günden sonra, Hüseyin’in adı mahallede “sağır bakkal” olarak anıldı.

Bu olay, çocukluğumun bir zamanını geçirdiğim Yoncalık’ta ayniyle vakidir.

Allah sağlıklı uzun ömürler versin, vali Osman Derya Kadıoğlu telefon etti:

“Mehmet bey kardeşim, bugün ikide Mahallebaşı’nda cemevi açılışı var, gel birlikte gidelim” dedi.

Memnuniyet kabul ettim ve beraber Mahallebaşı’ndaki cemevine gittik.

Dernek başkanı bu fakirden de bir konuşma yapmamı isteyince ben de tamamen irticalen duygu ve düşüncelerimi ifade etmekle beraber, Yoncalık’ta hepimizin bildiği bu güzel anıyı paylaştım.

Vali bey takıldı bana:

“Bilseydim getirmezdim, sen benden de dernek başkanından da çok alkış aldın. Kadınlar seninle fotoğraf çektirmek için sıraya girdiler.”

Hikayenin öznesi tabi ki sağır bakkal Hüseyin…

Lakin hikayeyi anlamlı kılan anlayış ise, sağır bakkalın Alevi olmasıdır.

Biz Alevileri, hep bu hikayede olduğu gibi ve de aşkın miktarda bakkal Hüseyin’in şahsında temayüz eden kimlik ve karakterde tanıdık, öyle de devam ediyor…

İçişleri Bakanı Süleyman Soylu çok güzel söyledi:

“Bu alçak saldırılar, seksen öncesi denemeleri hatırlattı.”

Biz yaştakiler Kahramanmaraş ve Çorum’da yaşanan meşum hadiseleri hala unutmuş değiliz.

Ankara’da aynı günde planlı programlı bir şekilde üç ayrı cemevine saldırmak, besbelli ki mahut çevrelerin, uyuyan hücreleri uyandırma talimatını verdiklerini gösteriyor.

Başta Alevi Dedeleri ve de dernek başkanları olmak üzere, bu ülkede aklıselim hiç kimse bu ucuz numarayı yemedi; kimse kardeşliğimize halel düşürecek bir çıkışta bulunmadı.

Emniyet de zaten anında gereğini yaptı.

Saldırganın dışında başkaları da gözaltına alındı.

Besbelli ki, o mahut çevreler çok çağdışı kalmışlar.

Rahmetli Demirel’in çok meşhur sözüdür:

“Dünkü güneşle bugünün çamaşırları kurutulmaz.”

Bu tertibi kuvveden fiile geçiren zeka ve izan fukaraları bilmiyor ki, Türkiye artık “çömez bir ülke” değil.

Üstelik Türk halkı da ne pahasına olursa olsun, bu pespaye oyunlara gelmeyecek kadar irfan ve tecrübe sahibi…

Bu ülkenin Alevileri, sağır olmadıkları halde, ülkenin vahdeti, selameti ve milletin-devletin tevhidi mevzubahis olunca “sağır bakkal” olmayı, öyle bir güzel yapar ki, kardeş kanı akıtmaya yahut da mezhep kavgası çıkarmaya çalışanları, futbol ifadesiyle anında taca çıkarır.

Ben yarın gideceğim…

Gelmek isteyen varsa buyursun gelsin birlikte Mahallebaşı’nda cemevine misafir olalım ve dostlarımızın bir bardak demli çaylarını içelim…

Biliyorum ki orada, yani cemevinde daha nice “sağır bakkal”lar var.