“Şehirler maddeleri ile değil, maneviyatlarını temsil eden sanatkârları ile bir mana ifade ederler.”
Prof.Dr. Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu
Yine akşam oldu ve şiir geceyi kuşattı. Ve şehirler için ağladı şair… Gittikçe kararan ve kaotik bir yapıya dönüşen şehirler için gözyaşı döktü. Şiirin ilham kaynaklarından olan şehirler; hayatları harflerin elinde geçenlerin gözünde; izini, tozunu, kokusunu,nevi şahsına münhasırlığınıkaybetmekteler.
Oysa şehir sürdükçe şairin yüzüne kanadını, mazinin yaprakları bir bir açılır, hatıralar şeridinden nice mısralar dökülür defterine… Zira şehir; sokağı, caddesi, meydanı, çarşısı, camii ve o cami etrafında dönüp duran hareketliliği, dinginliği, diğer mekânlarıyla her zaman malzemesidir kelimelerin büyüsüne kapılmış olanların… Doğduğu, yaşadığı, hayatla ilgili düşüncelerini, görüşlerini temellendirdiği şehir, kalplerde de olsa varlığını sürdürecek, ona dair yazılmış ve söylenmiş olanlar sayfaları doldurmaya devam edecektir. Kişi; an gelir yalnızlığını paylaşır onunla, an gelir gecenin karanlığında kendine sohbet arkadaşı eder onu, mısralarla, cümlelerle, çektiklerini, yaşadıklarını, hissettiklerini, en koyu ıstırabını, sevincini anlatır ona, an gelir; seyrine meftun olduğu dağına, ovasına türkülerle seslenir, rahmet okur bu toprakları bırakanlara, Fatihalar gönderir. Şehir böyle bir şeydir; şairin, yazarın, anlamasını, sevmesini, korumasını bilenlerin nazarında…
Ne var ki bugün; çözümsüzlüğe doğru giden, gürültüsü patırtısı her gün artan, tepeden bakınca insanın ruhunu bunaltan bir dağınıklığın ve karışıklığın esiri olmuş, damlarına kuşların konmadığı, samimiyetin nişangâhı halinde yükselen evlerin toprağa dönüştüğü şehirlerde insanlar, habire yer değiştiriyorlar. Zamanı ve mekânı şaşkınlığa uğratıyorcasına oradan oraya koşturup duruyorlar. Bu tavırlarıyla daha güzel evlerde oturarak bazı duygularını tatmin etmeye çalışmak isteseler de, aslında hep bir şeyleri arıyorlar. Kendilerinin yarattığı hapishanelerde, hep daha büyüğünü yapmanın ihtirasıyla yanıp kavruluyorlar. Bir yerde yerleşik olmanın sağlam bağlarla birbirine bağladığı (komşuluk, arkadaşlık, dostluk v.s.) insanlar; dağılmanın ve savrulmanın şokuyla böyle davranarak, olanı biteni görmezden gelmeye, yaşamaya çalışıyorlar. Ama eksik olan bir şey, hem de çok önemli bir şey var ki; o da mutlu olamadıkları, mutlu olamadığımızdır.
Bilinmektedir ki; her şairin bir şehri vardır ve şair daha çok bu şehir için ağlamaktadır. Aşkının, isyanının, çocukluğunun, gençliğinin şehri, geleceğe taşınacak bir örtüye bürünmeden geçmişinden koparılmakta ve tahrip edilmektedir. Bizi anlayan ve bizim anladığımız, dilini ana dilimiz gibi bildiğimiz şehir, gözümüzün önünde lal olmakta, dilini kaybetmekte ve asimile olmaktadır. Ya da; bilerek, bir tertiple, başkaları tarafından kurgulanmış bir senaryoyla asimilasyona uğratılmakta, farklılıkları, kendine özgü yanları, yerliliği tahrip edilerek, diğerlerine benzemesi için elden gelen her türlü gayret gösterilmektedir.
Halbuki şehrin yaşatılması ve geleceği bırakılması lâzım gelen yanları için hep ağırdan alınmakta, adeta yıkılışa ve yokoluşa terk edilerek, elde daha az değerin geleceğe kalmasının istendiği yönünde bir davranış sergilenmektedir. Ve böylece konuştuğumuz dilin değerlerine yabancılaşmış, artık birbirimizi anlamadığımız şehirler oluşturuluyor ve bu şehirlerin doğurduğu bize yabancı çocuklar gezmekteler şimdi caddelerinde, (Sokak ve mahalle diyemiyorum artık.) AVM’lerinde…
Şimdinin şehirleriyle kibir arasında müthiş bir bağ var ve sanki insanlar; gerektiği gibi gösteremedikleri benliklerini, tatmin edemedikleri egolarının büyüklüğünü, insanlara tepeden bakma hissini oturdukları mekânlar, yaptıkları binalar, kurdukları şehirler vasıtasıyla göstermeye çalışıyorlar. Mabedinden daha yüksekte evler yapmamayı kendine şiar edinmiş olan ceddimizin bu asil, bu ince ve bu latif davranıştan bir parça olsun kendine de pay ayırmayı düşünmeyenlerin yaptığı binalar her şeyi gölgelemekte ve onlar ki; mescidlerini binalarının en işe yaramaz kısmına yapmakta, camilerini adeta görünmez kılmak için ellerinden geleni yapmaktadırlar. Hem öyle ki; yakına gelinceye kadar onların minareleri dahi görünmemektedir. Bütün İslâm dünyanın en kutsal mabedi bile bundan kurtulamamakta, etrafındaki kibir abidesi gökdelenlerin gölgesi üzerine düşmektedir. Vâ esefâ!
Gökyüzü eskisi gibi sonsuz mavi deniz değildir. Kuşlar bile yollarını değiştirmekte ve şehre yolu düşen kuş sürüleri azalmaktadır. Yeşil rengini kaybetmekte, yollar daralmakta, acılar büyümekte, insanların yürekleri daralmaktadır. Ve şehri sahiplenmesi gerekenler; bu duruma seyirci kalmaktadırlar. Şehirler... Şimdi ateşler içinde... Kavgalar, ölümler, zulümler ve acılar kuşatmış dört bir yandan... Hele ki şarkta; geleceğe bırakacağı miraslar için ne söylenebilir şehirlerin...
Çünkü amacından tamamen saptırılmış ya da saptırılmak üzereler şehirler... Hani medeniyetin beşiğiydi şehirler... Ve medeni insanların yeriydi. Hani insanlar medenileştikçe şehirlere sığınıyordu ve medeniyetin savunucuları haline geliyordu. Eğer öyle olsaydı, şu söze ve bu sözün benzerlerine gerek kalır mıydı?
“Bugün insanların çoğu, büyük davaların, uğruna savaş verilecek büyük nedenlerin olmadığına inanıyor. Bu yanlış. Bugün çok daha büyük davaların dönemi: Yeryüzünü medenileştirmenin dönemi. (...) Buraya kadar iyi. Zor olan insanları bir araya getirmek, temel çıkarları ve ihtiyaçları farklı olan Avrupalının ve Afrikalının aynı amaç uğrunda birleşmesini sağlamak.” (Edgar Morin)
Belli dönemlerde ve belli zamanlarda belli devletler ya da milletler eliyle medeniyeti yakalayan insanoğlu, nefsine ve iktidar hırsına mağlup olma sonucunda yine medeniyetsizlik çukuruna yuvarlanıyor ve yeniden bir savaş başlıyor medeniyet savunucularıyla medeniyet düşmanları arasında. Ama sonucu hemen tayin edilemeyen bir savaş bu. Oldukça uzun süren ve sürecek olan bir savaş hem de...
Yanlış anlaşılmasın; varlıkları ve üretimleriyle dünyaya hükmedenler değil medeni olanlar… İnsana ve ona emanet olarak verilen dünyaya saygı duyanla duymayan arasındadır bu savaş…
Onun içindir ki; eldeki yıkıcı imkânları medeniyet düşmanları sonuna kadar kullanmaya çalışırken, medeniyet taraftarları, hem dünyayı korumak ve hem de yeni bir gelecek oluşturmak kaygısıyla karşı karşıya kalmaktalar belki de... Bu ise medeniyetin savunucularının işinin ne kadar zor olduğunun bir göstergesi...
Şehirler eskiden kapalı mekânlardı. Akşam olup, kapılar kilitlenince, şehir derin ve huzurlu bir uykuya dalardı. Belli bir zamandan sonra şehre girişler kapatılırdı çünkü. Şehir bütün sevinçleri ve dertleriyle baş başa kalırdı. Şimdi ise akşam demek; sefalet, kaygı ve güvensizlik demek şehirlerde… Korku hükümdarlığını ilan etmiştir ya da edeceği günlere doğru hızla yaklaşmaktadır.
Halbuki hâlâ yapılacak çok şey vardır ve şehirler bu yürek incitici durumdan kurtarılabilirler. Şehrin geleceğinde yaşayacaklar ve şehrin bundan sonra da birilerine ilham kaynağı olması için bu yapılmalı... Şehirler elden gitmeden, şehrin yüzü bize döndürülmeli ve huzurun, güvenin kaynağı olma vasfına kavuşturulmadır yeniden... Acı çekmekten kurtarılmalı ve yaraları sarılmalıdır sokakların, caddelerin ve evlerin... “Ömrü karşılayan” anılar yine olmalı... Güzellikleri ve bize yaşattıklarıyla bizim anı defterlerimizde yer aldığı gibi, bizden sonrakilerin de anı defterlerinde yer almalı şehir... Yine özlemeliyiz şehrimizi... Nereye gidersek gidelim hep ona dönmeliyiz. Bu duyguyu hiç ama hiç yitirmemeliyiz. Şehir hep varolmalı bizde... Eskiden olduğu gibi sarıp sarmalamalı ve dost olduğumuzu ve bunun devam edeceğini bir kere daha haykırmalı...
Oysa; şehir akşamla büyür ben de... Aydınlığın son bulmasıyla çekiciliği daha da artar gözümde... Loşluk ve belirsizlik hissiyatımı ayağa kaldırır. Hatıraları yedeğime alarak bir eski zamandan arta kalanları bir kere daha görmek için geceye ve sokaklara dalarım.
Günümüz insanı şehirleri bir barınak haline getirdi. Estetikten, incelikten ve sanattan uzaklaşanın sonucunda ortaya çıktı bu durum. Ruhuna uygun mekânlardan ziyade, düşüncesizliğiyle mütenasip korunak diyebileceğimiz yerler bunlar. Unutmayalım ki; “Maziyi hovardaca tüketenler geleceğe moloz yığınları taşırlar kurşundan ağır küfeleriyle… (…) Onların insafına bırakmayalım geleceğimizi… Geleceğin, geçmişin koynunda yeşerdiği gerçeğini göz ardı etmeyelim.”(M.Nihat Malkoç)
Şehir, tamamlayıcısıdır da hatıraların... Onsuz anlatımlar yarımdır çünkü... Mekânın bıraktığı iz hakkında ne söylenebilir şehirden söz edilmeyince... Takılır geçmişin ardına bir şehirde geçirilen günler ve o günlerde yaşanan, insan olduğumuzun ispatı bağlılıklar, karşı konulmaz duygular, dostluklar, arkadaşlıklar, yâdımıza gelince hâlâ hüzünlendiğimiz sevdalar...
Ve şehir sevilmelidir bütün bunlar adına... Ki; çözmek için kendimizde güç bulalım. Onu yaşatmak içinse aşk… Çözülmesi azalmış ya da son bulmuş şehirlerin, giderek bir bilmece halini alacağı ve meçhuller bahçesinde kendine ayrılmış yeri dolduracağı unutulmaya!
Tıpkı; "Şehir bir muammadır, çözüldükçe yeniler sırrını” sözünde belirtildiği gibi...
Sırlarıyla ilgilenilmeyen ve ruhunda gizlediği muammaları çözmek için uğraşılmayan şehirler, şehir olmaktan çıkar, birer beton yığınına dönüşürler. Ve bu şehirler; isimleriyle yaşasalar da, artık o eski şehir değildirler. Çünkü; bizim bahsettiğimiz şehir ya yıkılmıştır ya da bakmasını, görmesini bilmeyen gözlerden kendisini gizlemiştir.
Başka şehirleri gezip gelince, kendi şehrimin birileri tarafından her geçen gün biraz daha hoyratça, kabaca hırpalanmasına, harcanmasına tahammül edemiyorum. Şehir üzerine bir şeyler yazacağım zaman, tıkanıyorum, adeta umutsuzluğa kapılıyorum. Tıpkı şairin dediği gibi: "Ne hoyrat kullanmışlar / Sevincin sesi çıkmıyor."( Behçet Necatigil )
Ve bu şehir bazen kırgınlığımıza, bazen dargınlığımıza, bazen yorgunluğumuza rağmen terk edemediğimiz, bırakıp gidemediğimiz… İçinde geçmişimizin, anılarımızın, aşklarımızın, kavgalarımızın sitemlerimizin, dostlarımızın, arkadaşlarımızın, ailemizin gömülü olduğu bu şehir… Biz onu bırakıp her nereye gidersek gidelim, arkamızdan gelmeye devam edecektir. İşte bu da yine bir şair seslenişidir ve bu güne kadar yazılan diğerleri gibi şehre adanmıştır ve o şehir Erzurum’dur:
Ben şimdi hayallerimden yeni bir acı devşiriyorum
Şehir adına sevda adına
Seven ve sevgili adına
Her kavgadan bir netice çıkmasa da
Belki yine de çıkar diye umutlanma adına
Şehirlerden intikam alanlardan
Bir gün geldiğinde şehirlerinde intikam alması adına
Ve bu konuştuğum da işte bu bekleyiş adına
İnleyişlerini şimdilerde toprağa gömmüş olsa da
Yarın bir gün belki çıkarır diye bekliyorum
Şehir yıkılıp çözülse de
Kırılsa da elleri gövdesi tahrip edilse de
Sen yine dolaş gel eski mabedlerinde
İn cin top oynayan mahallelerinde
Saygını koru sevgini yitirmeden gel
Kararsızlıkla malul bir direnci ayağa kaldırmak için
Taştıkça muhakememi alt üst eden bu hissediş
Bu aldanış ve doymak bilmez nefs için
Dağlanır öylece aşk sarmalında
Yeni davranışlar yüzünden eski dostluklar
Unutma sen de şehrine dost olanları
Dost kalmayı başarabilenleri
Nice hikâyeler başladığında bitse de
Nice hikâyeler vardır ki sürdürür onu
Çağın acıyla büyüttükleri
Uzak durmalı gönül yordamıyla işi olmamışlardan
Şehre yakın durmak istiyorsa kişi
Ve her doğduğunda güneş bu şehrin üstüne
Biriktirilmiş yeni hüzünler yanarak bin bir endişeyle
Çıkagelir aniden suskunlukların ardından
Kökleri derinlerde ta derinlerde kadim medeniyet eşliğinde
Yeni hüsranların mahkûmiyetinde sarsıldıkça şehir
Yankısı ezer geçer sokaklarındaki dalgın manzarayı
Harap evler gibidir artık elde kalan hatıralar
Bahçelerinde yeller eser odalarında sessizlik koşar
Tükenip gider bir hayretin içine gizlenmiş şarkılar
Parçalanmış bir kalp gibidir şimdi çamurla sıvalı duvarlar
Onarılması muhal göze çarpan çizgi çizgi bir efkâr
Şehir sezdikçe bu sırrın vurgunluğuyla kendisine edilenleri
Kederinin rüzgârıyla uçurur elde kalan menkibeleri
İSMAİL BİNGÖL
ben tesekkur ederim. Bilmukabele... Selâm ve Saygilar...
serap durmazpinar kuruhasanoglu / france