"Göç göç oldu, göçler yola dizildi
Uyku geldi , ela gözler süzildi
O zamanda elim yardan üzildi
Ağam nerden aşar yolu yaylanın.
Yaylanın anam yaylanın"
Top sesleri, tüfek sesleri arasında köyleri boşaltın, Urus geliyor, Urus geliyor diye bağıran tellalların sesleri kulakları çınlatırken insanlar yüzlerce yıllık ata, dede toprağını bırakıp eksi 40 dereceye düşen ayazda, beyazlara bürünmüş Pasin ovasından, Erzurum yaylasından geçerek İç Anadolu'ya göç ediyorlardı. Üstte yok, altta yok, ayakkabı, çorap çamaşır yırtık, pırtık. Yokluk, kıtlık, kış, tifo , tifüs can alırken, Ermeni çeteleri ölüm kusuyordu Kop, Kızıldağ ve yollarda soğuk, bulaşıcı hastalıklar ve Ermeni çeteleri tuzak kurmuştu Dadaşlara....!
Göç iki yıl sürmüştü. 1918 yılında Erzurum işgalden kurtulmuş, göçler terse dönmüştü. Ancak ölenler ölmüş, kalanlar perişan bir halde yollara düşmüşlerdi....! İşler zordu. Üstte başta bir şey yoktu. Açtılar, fakirdiler. Ancak ne olursa olsun dönmeye kararlıydılar.
Bir subay Aşkaleli bir kadından hatıratlarında bahsederken adeta muhteşem bir portreden bahsediyordu. Anadolu'da bir sürü yer dolaştıktan sonra Trabzon'a oradan Aşkale'ye dönecekti. Ama nasıl..! Liman, ana baba günü.. Mart ayının nemli havası ciğerleri parçalıyor. Bu insanların arasında üzerlerinde yırtık elbiselerle dolaşan ama mağrur, bir o kadar cesur bir ana ile iki küçük çocuk farklılık gösteriyor. Ana ve çocukları sahip oldukları ağzı kapalı çuvalla yola çıkma telaşındalar.
Bir tarafta denizin maviliği alabildiğince göz kamaştırırken diğer tarafta yükselen dağlar ve başlarında nemli bulutlar gök yüzüne uzanmakta.
Limandan kafileler birer ikişer ayrılırken Ayşe kadın Ahmet ve Mehmet adındaki iki çocuğundan birini sırtına bağlamış, diğerinin elinden tutmuş yürümeye hazırlanıyor. Sırtının bir tarafında asılı duran çuval olanca ağırlığıyla Ayşe ananın belini bükmekte.... Küçük çocuğu Mehmet diğer tarafta. Çare yok. Yürümeye başlıyorlar.
Yollar taşlı ve toprak. Değirmen dere geçit vermiyor. İşler zor lakin Maçka'ya doğru yürüyorlar. Dikleşen tabiat yer yer akarsuyun perişan ettiği zemin. Ayşe ananın ayaklarında yemeniler. Eh onlarda sağlam değil ya. Neyse ..
Elde avuçta bir şey yok. Bulabildikleri ekmek kırıntılarıyla Aşkale'ye varacaklar. Tabiat haşin, ekkıyalar yol kesmekte. Can ve mal emniyeti hak getire...
Belki on, belki onbeş gün sürecek yolculuk. Zigana dağlarının doruklarına doğru seyrederken Ayşe ananın yürüyen çocuğu Ahmet açlıktan mı olacak tezden yoruluyor, bu durum sırtında çocuğunu ve çuvalını taşıyan anayı derinden etkiliyordu.
Kafile içinde ihtiyarlar, sakatlar, çocuklar vardı. Derken Maçka yakınlarında mola verilmiş akşamın karanlığı basarken ilk handa konaklayıp geceyi geçirmişlerdi.
Hanın ortasında yanan bir sobadan çıkan ışınlar etrafı aydınlatırken, gözler süzülmüş, yolcular farkında olmadan derin uykuya dalmışlardı.
Ertesi sabah tekrar yolculuk başlamış yağmur, çamur içinde Hamsi köy geçilmiş, Torul tarafına kervan evrilmişti. Artık nemde kalmamıştı. Bulutlar yok olmuş, güneşin ışıkları çevreyi ısıtmıştı bile.
Kafile yarı aç, yarı tok yolculuğunu sürdürürken Ayşe ana olanca gayretiyle çuvalına ve iki evladına sahip olmanın gayretini sergiliyordu. Yol uzun lakin perişanlık had safhada. Yiyecek desen o da yok. Para işte onu sormayın o hiç yok.
Neyse ki yollarda hayır sever insanlar var ekmeklerini paylaşıyor, ikramlarda bulunuyor yolculara tanrı misafiri muamelesi yapıyorlardı.
Günler sonra Gümüşhane geçiliyor. Vauk dağı. Tipi göz gözü görmüyor. Dillerde dualar arşa yükselirken kar ve tipi kafilenin iflahını kesiyor. Yine de dağ geçiliyor ver elini Bayburt. Yollarda verilen molalar, konaklanan hanlar derken Kop dağına varılıyor. Fakat Ayşe ananında dizlerinde takat kalmamıştır. İçinden yüreği yanık, gözleri buğlu, dizlerinin feri gitmiş bir halde; "Ah şu dağı bir geçsek, Aşkale'yi bir görsek, artık ölsem bile gam yemem demekteydi".
O yıllar Kop dağından geçmek hiçte kolay değildi. Mart ayında kar, tipi , boran eksik olmazdı. Olsun Ayşe ana ve kafile bu zorlu dağı aşıp Pırnakaban köyüne doğru dağdan aşağı inerken içlerinden oh sesleri yükseliyordu.
Erzurum'dan gelen bir kafiledekiler Ayşe anayı fark etmiş ona bir soru sormuşlardı. Halbuki kimse şimdiye kadar bir şey sormamıştı. Ayşe ana tüm zorluklara karşı şu sırtında taşıdığın çuvalda ne var? Diyen çıkmamıştı.
Yoldan geçenler durumu fark etmiş, soruyu sormuşlardı. Ayşe ana durmuş, yorgun gözleriyle Aşkale'ye doğru bakmış sonra olanca sessizliğiyle şunu söyleyebilmişti.
Çuvalı taşıyorsun da çocukları neden mağdur ediyorsun? demektesiniz..! Bu soru aslında Ayşe ananın belini iyice bükmüştü. Yüzleri soluklaşmış, ayaklarında derman kalmamıştı. Ama yinede çuvaldan vaz geçmemişti. Geride bıraktıkları 300 kilometrelik kötü yol, soğuk ve açlığa rağmen çuvala asla zarar vermemişti Ayşe Ana.
Birden ciddileşerek "Beyim" diyor " Torbada buğday var. Buğday". Yolcular bu cevap karşısında ikinci soruyu soruyorlar . Ne yapacaksın bu buğdayla...
"Bunu Daphan ovasındaki tarlama ekeceğim. Ahmetimi, Mehmetimi yaşatacağım. Bu çuvalı kıymetli tutmağa mecburum. Şehit olan beyim, yolda donan kayınvalidem ve hastalıktan ölen kaynatam için bu çuvalı sağlam tutmaya mecburum" derken gözleri ufukların ötesine kamıştı.
Yolcuların beyinlerinde şimşekler çakmış, söylediklerine pişman olmuşlardı. Birden etrafta derin bir sessizlik olmuş, beyinlerde şunlar terennüm ederek dillerde konuşulmuştu.
"İşte bu ruh, bu azim şehri değil ülkeyi kurtaracak" Öylede oldu.
Amasya Genelgesi'nde; "Vatanın bütünlüğü milletin istiklali tehlikededir. Bunları kurtaracak olan milletin azmi ve kararıdır" denilmekteydi. Ayşe ana aslında bu fitili çoktan ateşlemiş, Mustafa Kemal ve arkadaşları bu düşünceyi kuvveden fiile çıkarmışlardı.