(EVKAF EVLERİ)
BÖLÜM -2
Cumhuriyet Caddesi bizimdi. Her türlü oyunu oynayacağımız ortamlar mevcuttu. Kışın, Karşı Bahçe’de kardan kaleler yapar, savaşçılık oynardık. Yukarı Mumcu Camii’nin önünden kızaklara binip Gez Mahallesi’ne kadar inmek harikaydı. Futbol sevdamız yaz kış hep devam ederdi. Kışın buz tutmuş ve ağırlaşmış topla oynamak zor olsa da bu zevki tatmaya değerdi. O günün şartlarında futbol topu bulmak piyangodan ikramiye kazanmak gibiydi. Paralarımızı toplayıp bir top aldık mı keyfimize diyecek olmazdı. Maç esnasında topumuz Vehip Atalay’ın bahçesine düşünce keyfimiz kaçardı. Zira giden top bıçakla yırtılarak geri gönderilirdi. Bunun rövanşını ise Atalaylar’ın camlarını taşlamakla alırdık. Neticede aramızda bir sulh yaptık ve toplarımız artık yırtılmadan gelmeye başladı. Bu anlaşmadan sonra camları taşlamayı bırakıp bahçedeki akasya ağaçlarının yapraklarını yiyerek geçmeyen öfkemizi tatmin ederdik.
Kızlarla çok oyunu beraber oynasak da, onların da kendi araların da çizgi, sünger top, istop domino, ip atlama, zıp, saklambaç, yakar top, top başına gibi oyunlarını gıpta ile izlerdik.
Apartmanlarımız konum itibariyle şehrin en hareketli yerindeydi. Halk Eğitim Merkezi, Spor Salonu, Doğu ve Güneş Sineması, Havuzbaşı, 3 Temmuz Stadyumu çok yakınımızda olduğundan buralardaki tüm etkinliklerden faydalanma şansına sahiptik.
Genelde cebimiz delik olduğundan, bu tür yerlere ücretsiz girmek için çok farklı metotlar geliştirmiştik.
Sinemalara bir biletle iki kişi girmek, Halk Eğitim’deki konser ve 12 Mart gecelerine binanın arkasındaki açık pencereden süzülmek, 3 Temmuz Stadı’ndaki maçı izlemek için Şellale Evleri’nin çatısını kullanmak, Spor Salonu’na kalabalık arasına karışıp girmek uyguladığımız değişik taktiklerdi.
Milli bayramlarda Cumhuriyet Caddesi müthiş renkli olurdu. Geçiş merasimleri bizim apartmanların önünden yapılırdı. Bu günlerde hava müsaitse eski mahallemizden ve akrabalarımızdan törenleri izlemek için bizim eve gelen çok olurdu. Balkonumuz kapalı gişe gibiydi. Bayram akşamlarında Fener Alayı’nı seyretmek harikaydı.
Cuma günü mesai bitiminde bayrak töreni için Yakutiye Medresesi önünde başlayan Askerî Bando ve Tören Birliği, Havuzbaşı’na giderken hep bizim apartmanların önünden geçerdi. Askerlerin peşine takılıp gitmek bize müthiş bir gurur verirdi.
Diğer mahalleli çocuklarının kolay kolay göremediği bu ortamları yakından görmek bizim için büyük şanstı.
Adam boyu karın yağdığı dönemde Cadde’nin karı Belediyece kaldırım kenarlarına yığılır, apartmanların önünde aşılması güç kardan bir duvar oluşurdu. Belediye işçilerinin kazma kürekle caddedeki buzları kırmaları veya donmuş su borularını açmak için gübre yakmaları görülmeye değerdi.
Trafikte motorlu araç yok denilecek kadar az olsa da seyr ü sefer halindeki fayton ve zankalar güzel görüntüler oluştururdu. Faytonların arkasına takılmak kamçı yemeyi göze almak demekti.
Apartmanın hanımları arasında kabul günleri yapılırdı. Annemin günü her ayın onuydu. Yan apartmandaki Nimet Özyazıcıoğlu Teyze’nin beşinci, Behiye Teyze’nin de dördüncü gün olduğunu hatırlamaktayım.
Bir gün öncesinde yapılan pastaların, çöreklerin, tatlıların kokusu burnumuzun direğini sızlatırdı. Ertesi gün kalan pasta ve çörekleri yemek için misafirlerin bir an evvel gitmesini dört gözle beklerdik.
Evimizde sofa dediğimiz alanda kok kömürü yaktığımız, ‘Kuzine Sobamız’ vardı. Annem genelde yemekleri sobanın üzerinde pişirir, dolayısıyla nefis yemek kokuları evin içerisinde dolaşırdı. Misafir odamızda ‘Gaz Sobası’ vardı. Misafir geldiğinde yakılan bu soba kısa zamanda odayı ısıtırdı. Bir başka sobamız da ebeveyn odasındaki odun sobasıydı. Annem yatmadan önce birkaç odunla sobayı tutuştur odanın havasını kırardı.
Sabahları annemin sobayı temizleyip, doldurup yakmasıyla erkenden sıcak yatağımızda uyanır, yeni tutuşan sobanın ısısıyla kahvaltımızı yapar, okula giderdik. Sabah erken kalktığımızda radyomuz her zaman açık olurdu. Bu saatlerde köylüler için eğitici tarım programları veya ‘Yurttan Sesler Korosu’nun konseri olurdu. Genelde her sabah Muazzez Türink’in söylediği ‘Mektebin bacaları…’ veya ‘Tren gelir, hoş gelir…’ türkülerini dinlerdik.
Ramazan günlerinde apartmanlar çok renkli olurdu. İftar saatine yakın maytap veya tapa patlatmak çok hoşumuza giderdi. Selelerde satılan ‘İftariye Horoz Şekerleri’ hepimizi cezbederdi. Mantar tabancası veya tapa tabancası dediğimiz oyuncakla birbirimize zarar verdiğimiz de olurdu. Teravih Namazı’nda Yukarı Mumcu Camii’ne gidip haylazlık yapmak, çocukluk hallerimizdendi. Sahura sobanın üzerinde fokur fokur kaynayan kuru fasulyenin kokusuyla kalkardık. Pencere önünde soğutulmuş hoşafın tadına ise doyum olmazdı.
Aileler arasında öyle sıkı ilişkiler vardı ki, her evin bir ferdi gibi kendimizi hisseder, yabancılık çekmezdik. Çarşıdan bir şey aldırmak isteyen her komşumuzun seslenmesiyle günümüzdeki moto kuryeleri gibi anında istekleri yerine getirirdik.
Siparişler içerisinde en çok, gazocağı iğnesi, ekmek, çivit ve ispirto vardı. Erzincan Çarşısı, şehrin en büyük AVM’si gibiydi, ne ararsan bulunurdu. Sıkça gidip geldiğimizden, çarşının esnafını iyi tanırdık.
Ama biz çocukların gözdesi Mor Apartman’ın karşısındaki küçük kulübeydi. Bu kulübeden leblebi tozu almak en sevdiğimiz işti. Kulübeci sigaraları üst üste dizer ve düşmesinler diye cama yaslardı. Biz de dışardan cama vurup içerdeki sigaraları düşürürdük. Bu yüzden karakolluk dahi olduğumuzu bilirim.
‘Arka Bahçe’, hanımlar arasında muhabbetin yeriydi. Kışın odun kömür çıkarırken ayakta yaptıkları sohbetler, günlük haber bültenini okumak gibi bir şeydi. Yazın alt katta oturanlar soğan ve patateslerini burada soyar, pirinçlerin taşını temizler, aralarında muhabbet ederlerdi. Bazen de yere serilen bir serginin üzerinde limonlu çaylarını içer, örgü örer, tentenelerini (dantellerini) işlerdiler.
‘Arka Bahçe’ çocukların vazgeçilmez yaşam alanıydı. Meyve kasasının ortasını açıp buraya bir bez germiş, arkasında mum yakarak seyircilerden beş kuruş alarak Hacivat- Karagöz oynattığım dahi olmuştur.
‘Arka Bahçe’deki kömürlüklerde odun ve kömürden başka, tavuk ve köpek besleyenler de olurdu. Bu meraka ben de kendimi kaptırmıştım. Beslediğim çil horozun bütün horozlara üstün geleceğine inanır, onunla gurur duyardım. Çil horozum, rakiplerini yendikçe olimpiyat kazanmış gibi mutlu olurdum.
Yan apartmanda, Orhan Özyazıcıoğlu’nun ortanca oğlu İhsan’ın da güzel horozları vardı. Bir gün benim çil horoz ile müsabaka yaptırmayı kararlaştırdık. İhsan’ın horozu çok cüsseliydi. Benim çil horoz ise çevik ve sağlamdı. Dövüş esnasında benim çil horoz ciddi bir darbe alınca, sahayı terk etmek zorunda kalmış, bu durumda darbeyi yiyen çil horoz değil, ben olmuştum. Bu yenilgiden sonra tavuk besleme işini kaldırdım ve ‘Pamuk’ ismini verdiğim beyaz bir köpek beslemeye başladım.
Vakıf Apartmanları’na taşınmamız her açıdan çok iyi olmuştu. Ailelerin çocuklarının eğitimleri konusundaki hassasiyetleri, bizler arasında da tatlı bir rekabetin oluşmasına yol açmıştı diyebilirim.
Devam edecek…