Öncelikle Prof. Dr Necmettin Erbakan’a Allah’tan rahmet, sevenlerine, yakınlarına ve milletimize baş sağlığı diliyorum…
Necmettin Erbakan... Hayatı doğru yaşamaya çalışan ve genelde bunu başarabilmiş bir insandan söz ediyoruz. Gençliğinden bugüne kadar mücadele içinde geçen, değerleri ve milleti için çalışan, bu yolda çok ağır bedeller ödeyen bir adamdı. Devlet için her zaman tehlikeliydi. Zaten millet için çaba sarf eden her insan devlete göre belli oranda tehlike ifade eder. Bundan dolayıdır ki, oturması gereken makamlar el altından engellendi, yapmak istediği projeler bir şekilde akim bırakıldı. Kimi “hoca” sıfatına takılıp kaldı, kimisi kafasından “hain” planlar geçtiğini ileri sürdü, kimisi ise “beceriksiz” olduğunu söyleyip durdu. Ancak o bunların çok ötesinde hem bir fikir-siyaset, hem de etkili bir bilim adamıydı. Avrupa’da bilim adına yaptığı araştırmalar ve aldığı ödüller, hala patenti kendisinde olan çalışmalar Türkiye’de yeterince bilinmedi hiç bir zaman. Oysa Avrupa ondaki bu cevheri fark etmiş ve hemen değerlendirmişti. Ama ülkemizde önceden beri ilim ve bilimle uğraşan, düşünebilen her insana vebalı muamelesi yapıldığı için, bundan Erbakan’ın nasiplenmemesi mümkün değildi.
Bilim ve ilim alanında kendisine değer verilmediğini ve verilmeyeceğini anlayan Erbakan, siyasete atılmaya karar verdi ve Milli Nizam Partisi’ni kurdu. Siyaset alanında da, daha kurduğu ilk partiden itibaren “tehlikeli” damgası peşinden geldi ve partisi kapatıldı. Açılıp-kapanan partileri takiple sonunda Refah Partisi ile koalisyon hükümetini DYP ile kurarak Refah-Yol iş başında geçti. Milleti için daha önce kafasında kurduğu ve mücadele ettiği projelerini hayata geçirmek için elinde iktidar denen bir güç vardı artık. Ama aynı zamanda tüm gözler ağzından çıkacak bir söze, yapacağı her hangi bir yanlışa odaklanmıştı. Dikkatli de olması gerekiyordu. Tecrübesi yok denemezdi. Siyasete yeni atılıp bir hava oluşturarak, karizmasını kullandığından dolayı iktidara gelen acemi bir siyasetçi değildi. Bilgi ve birikimi ile, halka yakın olması ile seçmişti onu bu millet. Kendini seçen ve ümit besleyen halkına elbette hakkıyla hizmet etmesi gerekiyordu. Bunun bilincindeydi.
Bir 28 Şubat süreci başladı o geldikten hemen sonra... Yeni açmış çiçeklerin üzerine acımasızca esip, boyunlarını bükmelerine sebep olan acı rüzgarlar gibi esiyordu şubat soğuğu... Daha gelmemişti 28 Şubat denilen o malum gün. Ancak rüzgarı hissediliyordu. Çeşitli oyunlar sahneye konmaya başladı. Devlet kendi hükümetine göz dikmişti. Kendi evladını yemek için onu fareye benzeten kedi gibi, kendi evlatlarını yemeye çalışıyordu devlet. Eskiden beri çok kullanışlı olan bir isimde bulmuştu. Onu” şeriatçı” ya da “irtica” yaftası altında alt etmeye çalışıyordu. Kişisel olarak çok nazik ve efendi olan Erbakan’ı makam odasında aşağılamaya varacak kadar geniş bir yıpratma politikasıydı bu. Artık düğmeye basılmıştı. Aktörlerin sahneye çıkması gerekiyordu. Müslüm Gündüz-Fadime Şahin tiyatrosu başladı önce. Bu tiyatro insanlara izletilirken, bu iki kişi üzerinden dindar kesim rencide ediliyor ve aşağılanıyordu. Fadime Şahin ile Müslüm Gündüz’ün bir evde basıldıklarında herkes ağzı açık şaşkınlıkla olan biteni izlerken, yıllar sonra öğrenecektik ki, basılma anından önce soyunup bekleyen bu iki maymundan erkek olanı, onları içerde basacak olanlara telefon açıp; “ Girecekseniz girin içeri, üşüdük” diyor, içeride basıldıktan sonra da aktörlere taş çıkaracak bir oyunculuk örneği sergiliyorlardı.
Oyunlar ve bahaneler bitmek bilmiyor, ortaya Aczimendiler denen uyduruk bir tarikat çıkıyor, sokaklarla bu tarikatın zikir yapması günlerce haberlerin baş köşesinden düşmüyor, üstelik Sincan’da bir Kudüs gecesi düzenleniyor ve bu askeri epeyce rahatsız ediyordu ki; asker de boş durmuyor, Sincan’da tankları yürüterek, sözünü dinlemeyen kadın bakana; “Yağlı kazığa oturturuz” tehdidi savuruyordu. Tüm bunlar her gün ülke gündemini işgal ederken Erbakan’ın bu ülkeye kazandırdığı ya da kazandırmak istediği şeyler vardı. İlk defa devlet bütçesi “açık” değil “fazla” veriyor, ilk defa denk bütçe yapılarak, bu milleti IMF denilen kapitalist canavarın elinden kurtarıyordu. Ayrıca D-8 denilen bir projesi vardı Erbakan’ın… Türkiye merkezli söz sahibi İslam devletlerinin bir ittifakı olan bu proje, her alanda birbirine destek olarak, adeta G-8’e rakip olmaya hazırlanıyordu. Bu proje dünyanın da hoşuna gitmemiş olacak ki; bu zirveyi imzalayan tüm devlet başkanları ya darbeyle iktidardan uzaklaştırıldı ya da suikasta kurban giderek, öldürüldü…
Zor bir dönemdi Erbakan ve ülke için… 28 Şubat günü önüne sürülen MGK kararlarını imzalamak onun için bu millete ihanet anlamına geliyor, saatler süren MGK toplantısının sonucunda, askerin baskısı altında, hükümet istifa ederek, görevi Tansu Çiller’e devrediyordu. Ancak bu noktada Süleyman Demirel devreye girerek, hükümeti kurma görevini Mesut Yılmaz’a verdiğini açıklıyor, demokrasiye verine “balans ayarı” tamamlanmış oluyordu.
1000 yıl süreceği söylenmişti 28 Şubat denen o melanetin.. Ancak üzerinden on yıl bile geçmeden Erbakan’ın yetiştirdiği öğrenciler, -beğenirsiniz ya da beğenmezsiniz- hala iktidar… 28 Şubat’ın izleri tam olarak elbette silinemedi ve silinmesi için uzun zaman mücadele etmek gerekecek ancak bu da önceki darbeler gibi tarihte yerini alacak ve unutulmayacak. Her darbe gibi, ülkeyi binlerce yıl geriye götüren, yasakların, baskıların arttığı bir dönemdi, zordu… Bu ülke için, aktörleri için bir kara leke, bir utanç vesilesi olarak kaldı.
Bana göre Erbakan bu ülke için bir şanstı ve bu ülke onu bile değerlendiremedi… Her olumlu şeyi elinin tersiyle ittiği gibi.. Şimdi Erbakan hayata gözlerini yumdu ve kendisinin de şahit olduğu koskoca bir tarih bıraktı arkasında.. Onun projeleri hala hayata geçirilebilir, hala uygulanabilir. Bu ülkenin demokratik bir yapıya kavuşması için en ağır bedellerden birini ödeyen, insanlık için çalışan, bu ülkeye bir çok hizmeti dokunmuş Erbakan’ı bu millet her zaman hayırla yad edecek ve kendisine ve bu millete reva görülen 28 Şubat rezilliğini ise asla unutmayacaktır.