Hilmi Ziya Ülken hoca, Türk Tefekkür Tarihi adlı eserinde Türklerin hikmet yaratan milletlerden biri olduğunu ileri sürer; “Hint, İslam ve Avrupa medeniyetleri kendilerine mahsusu kolektif tefekkürün en yüksek eseri olan birer hikmet yaratamamışlardır. Tarihte hikmet yaratmış olan milletler; İran, Yuna ve Türklerdir. İran hikmeti hayalci, Yunan hikmeti kaderci, Türk hikmeti ise, hakikatçı ve terakkicidir.”
Hikmet kavramı Kuran’da da geçer. Hikmet, bilginin bilgeliğe dönüşmüş halidir. Bilgelik sıfatı devlet başkanlarının adlarının önüne eklenirdi, Bilge Kaan gibi.
Bilgeliğin temeli, insanlık bilincinin insanda gelişmesi ve yerleşmesidir. Yunus Emre’nin ifadesiyle yetmiş iki millete bir gözle bakmayı becermektir. Yunus Emre gibi bilgeler, gönül kapısından içeri girmenin zahmetli bir yol olduğunu söz dizelerinde dile getirirler. Hilmi Ziya Ülken hocanın ifadesiyle bu bilgeler, “Zahmetli yolun, kendi kusurlarını halkın önüne sermeden, kendini vermeden geçerek gönül fethetmeyi, hiçbir tarikatın, hatta hiçbir dinin kayıtlarına bağlı olmadığını göstermişlerdir. Onlar dinlerde ortak olan insaniyi bulduğu gibi görüşü ve gösterişi aşmasını öğretmişlerdir. Yunus Emre, Müslüman olsa da hiçbir dini düşünceyi hor görmemiştir.
Şeriat oğlanları nice yol keser bana
Tarikat denizinde bahri oldum gezerim
Yetmiş iki millete suçum budur hak dedim
Korku hıyanetedir, ya ben niçin kızayım
Yetmiş iki millete kurban ol âşık isen
Ta âşıklar safında imam olasın sadık
Yetmiş iki milletin hem maşuku oldurur
Aşıkı maşukundan ayırmaklık fal değil
Kerametin var diyen Halka salüklük satan
Nefsin Müslüman etsin var ise kerameti
Yunus Emre der hoca
Gerekse var bin hacca
Hepsinden iyice
Bir gönüle girmektir.”
Türk hümanizmasının gelişmesinde katkısı olan örnek simalarından Erzurumlu İbrahim Hakkı da Yunus Emre gibi insanı sarıp sarmalayan, bağrına basan cümleleriyle bize seslenir;
Hiç kimseye hor bakma
İncitme gönül yıkma,
Sen nefsine yan çıkma
Mevla görelim neyler
Neylerse güzel eyler.
Hakikatçı ve terakkici/ ilerlemeci, gelişmeci olan Türk hikmetine biz, Türk Hümanizması da diyebileceğimizi düşünüyorum. Bu anlayışı benimseyen Türk devletlerinin takdire şayan uygulamaları şöyledir:
Birincisi, bırakın mezhep ya da şeriatların çatışmasını, dinlerin çatışmasını ve ayrılığını ortadan kaldıran Büyük Türk hükümdarı Ekber Şah’ın uygulamalarıdır.
Timur devletinin dağılmasından sonra Timurlu Babür, Hindistan üzerinde Babür İmparatorluğunu kurduğunda ülkede büyük bir hürriyet ve adalet ortamı oluşturdu. Emir Timur’un ülkesinden bilginler ve şairler bu imparatorluğa yerleşmeye başladı. Babür’ün torunu Ekber Şah (1556-1605) devletin başına geçince ülkesinde hoşgörünün yerleşmesi için de belki de dünyada bir ilk uygulama olan “hoşgörüsüzlüğü” yasakladı ve Gayri Müslimlere getirilmiş özel vergileri yürürlükten kaldırdı. Evrensel bir vergilendirme getirdi. Ekber Şah İslam olmasına rağmen Ayin-i Ekberi denen sistemle İslamlığın yanında Hindu dini, Hristiyanlık ve ayrıca İslam’ın birbiriyle çatışan mezheplerini de bir araya getirme teşebbüsüne girişti. Yeni Delhi’de bugün binası durmakta olan Kutb Menar tapınağını bütün dinleri biraya getirmek için inşa etti. Tanrı bizden çatışmamızı değil, O’na inanmamızı ister anlayışını benimsedi. Fakat evrensel dinlerin hiçbiri insanlığı paylaşmaya razı olmadıkları için Ekber Şah’tan hemen sonra dinleri birleştirme teşebbüsü ortadan kalktı. Çatışma ortamı yeniden yeşermeye başladı.
İkincisi, yıllarca Türk dünyasında süren Şii-Sünni çatışmasına son vermek isteyen Nadir Şah’tır. “Çağdaş iki büyük Türk devleti olan Safevi ile Osmanlı devletini daha iyi anlamamız gerekir. Şah İsmail’in “Hatai” mahlası ve nefes tarzında Türkçe divanı olduğu gibi Afşar ve Kaçarların sarayında Türkçe konuşulur ve Türk kültürüne ait eserler okunurdu. Onları Anadolu’daki Türk devletlerinden ayıran mezhep kavgası ile kendilerini “Şah-ı İran” saymalarıydı. Afşar aşiretlerinin reisi olan Nadir Şah, Büyük Selçuklu ülkesinin Kirman Selçuklularının (bugünkü İran) toprakları üzerinde hüküm sürerken Afgan ve Kuzey Hint’i zapt etti (1736). Amelde, Caferi mezhebini kabul etti. Fakat idaresindeki Şiilerle Sünnilerin mezhep çatışmasının halli için bir kongre topladı. Bu iş için Osmanlı Sultanı II. Mustafa zamanında İstanbul’dan gönderilen Süveydizade Abdullah Efendi, Şii alimlerle yaptığı tartışmaları, münakaşaları anlatan Hucec-i Kat’iyye adlı eseri kaleme aldı. Nadir Şah’ın Türk hümanizmasını ve dini hoşgörüsünü göstermesi bakımından bu teşebbüs dikkate değerdir.
Bugün bu teşebbüsü niçin gerçekleştiremediğimizin nedenlerini sorgulamamız gerek!
Üçüncüsü, Osmanlı Devleti’nin Müslüman olmayan Gayri Müslimlere gösterdiği uygulamalardır.
Osmanlı Devletinin farklı din ve mezheplere karşı uyguladığı hoşgörü uygulamaları, Roma ve Perslerin uygulamalarından daha gelişmiştir. Hatta Avrupa birliği bile Osmanlı İmparatorluğunun her bakımdan çeşitliliğini gösterememekte, tekliği her alanda tercih etmektedir.
Osmanlının son yüzyılında şu anlayış egemendi: “Ecdad-ı izamımız Fatih Sultan Mehmed Han merhumun te’min-i hürriyet ve serbesti-i din ü mezhep hakkında gösterdiği müsa’adat(yardım, izin ve serbestlikler) cümlenin malumudur. Hukuk-ı hürriyet ve müsavat-ı tebaanın teminiyle… Ve mamafih her zamanda maksadımız hukuk-i istiklalimizin muhafazası mesleğinde devama matuf olduğundan harekât-ı atiyemizde/geleceğimizde dahi gene bu meslek nokta-i nazar ittihaz olunacaktır.”
Yirminci yüzyıl imparatorlukların dağıldığı yüzyıldır. İmparatorluklar tabii yapısı gereği çok kültürlü, çok milletli ve çok dinli yapıdaydı. İmparatorlukların çöküşüyle bu yapı kaybedildi. Toplulukların dağılması herkes kendine tek düze bir kültür, toplum, din, mezhep ve hatta ideoloji anlayışı oluşturmak istedi. Son yüzyılda komünizm, faşizm ve Nazizm gibi ideolojiler dinin yerine dinleştirilince, dinler de ideolojileştirilince tarağın dişleri gibi tek tip insan istendi. Stalin döneminde, anneye güven duyulmadığından çocuklar anneden alınarak, tek tip komünist insan yetiştirmek için kreşlere yerleştirildi. Çocuğu elinden alınan anne de, annesiz çocuk da hastalandığından bu uygulama uzun sürmedi.
Dördüncüsü, Osmanlı İmparatorluğu topraklarını kaybedip, küçülmeden nasibini aldı. Onun mirası üzerinde kurulan Türkiye Cumhuriyet’i kendine totaliter, tekçi ve hoşgörüsüz bir yolu değil, cumhuriyeti, laikliği ve demokrasiyi seçti. Bugün hür dünyada yer alan liberal ve demokrasi ile yönetilen ulus devletler, yurttaşlık esası anlayışında varlıklarını sürdürmektedirler. Demokrasinin temeli hürriyet ve eşitlik ilkeleri üzerine kurulmuştur. Bu ilkeler hoşgörüsüzlüğü değil, hoşgörünün yaygınlaşmasını sağlamaktadır. Yukarıda Türk devlet başkanlarının uygulamalarında gördük ki, Türk hümanizması içerisinde devlet eliyle yerleştirilmek istenen hoşgörünün bugünkü adı laikliktir. Daha açık ifadeyle laiklik, kurumlaşmış hoşgörüden başka bir şey de değildir.
Avrupa demokrasi tarihinde Wladimir Lenin, Adolf Hitler ve Benito Mussolini gibi liderlerin diktatörlüğe ve tiranlığa dönüş uygulamaları, Türk demokrasi tarihinde olmamıştır. Türk hümanizması ve deneyimleri bu anlayışlara kapalıdır.
Ancak zaman zaman ülkemizde Türk hümanizmasını içerisine sindirememiş Farabi’nin ifadesiyle toplumun huzurunu bozan “ayrık otları” gibi olanlar da var. Hatta derneğine, partisine ad olarak demokrasi adını koyarak, eline silah alarak halkı tehdit eden, baskı, eşkıyalık ve terör çıkaranlara ne demeli! Totaliterlik zihniyetini demokrasi edebiyatıyla gizleyenlere karşı hoşgörü gösterilemez. Hoşgörü, zulüm ve korkuyu sona erdirir ancak sosyal ahenk için çare değildir. Affetme erdemi olan bağışlama gibi hoş görme erdemi, ülkede çıkarılan bunca canilikleri olmamış gibi kabul etme, ya da yok sayma değildir. Ülkede kin, nefret ve hainlik tohumları ekenler, hoşgörü toplayamazlar.
Hoşgörü saygıya mı, kabullenmeye mi dayanmalıdır?
Hoşgörü sözüne karşı olumsuz tutum takınan Fransız filozofu Emile Boutroux, “Ben bu hoşgörü sözcüğünü sevmiyorum; saygı diyelim, sempati diyelim, sevgi diyelim.” der.
Hoşgörü bir kahramanlık edası değildir elbette, yine de bu, her milletin ve medeniyetin tarihte başardığı bir şey de değildir.
Bugün “Deveyi yardan aşağı düşüren bir tutam ottur” atasözümüze uygun olarak “ayrık otları” kendini dünyanın merkezinde görerek kendi dışındakileri ötekileştirmektedir. İdeolojik, siyasi, etnik, dini ve hatta mezhep taassubuyla yanıp kavrulan “ayrık otları” hoşgörüsüzlük illetinden aklını, vicdanını ve bilincini temizlemeyi başarabilir mi? Kafkas, Orta Asya, Balkan ve Ortadoğu toplumları Türk hümanizmasının sağladığı çoklu düşünce ve inanç geleneğini yeniden inşa edebilirler mi?
Herkes bilmelidir ki; hoşgörüsüzlük insanı aptallaştırır.