Bir üzgünlüğün şarkısını sürümekteyim. Sıkışıp kalmışlığımla, bir kararsızlığın, bir umutsuzluğun sarsıcı, çözücü, incitici, adeta ne yapacağını bilemez bir halde ortalarda bırakıcı etkisi altında, her an yeni bir kara adım atmakta, ancak hiç birisini uygulama gücünü kendi bulamama güçsüzlüğüyle malul bir halde, oradan oraya savrulup durmaktayım. Bu yalnızca kendime mahsus ve kendimin duyabileceği bir ses ya da kendimin anlayabileceği bir hareketle, hissiyat ve bazen de sessiz bir isyanla dile getirilen bir durum, hal ve ıstırap… Kahkahaların ardında büyük bir gayret sonucunda gizlenmiş olan saklı bir hayatın, incinmiş bir yüreğin serencamı… Ve yine saklı kalarak ve yine gizlenmeye çalışılarak ve yine anlaşılmazlığını kendine saklayarak, diyeceklerini diyemeden gidecek bu diyardan, bu yerden ve herhalde bu dünyadan…
İnce bir matemin; aşkın bir kederin derinden derine oyduğu ve her bir merhalede, belki de eskiyip külleneceğine, daha da çoğaldığı, genişlediği ve içten içe yanan bir köze dönüştüğü bu bağlanışın, bu aldanışın, bu sorgulayışın, her geçen gün sayıları artan mürailerle dolu bir dünyada bir başkasına anlatılması ve paylaşılması imkânsız denecek kertede zor…
Gözlerindeki yaşlar; birer deniz gibi dalgalanacaklar, ne var ki yanlarında, anlatacaklarını samimiyetle dinleyecek ve onu kendi yanında alıkoyup saklayacak güç ve cesarette birini bulamayacakları için, dışa değil, içe akıtacaklar bu yaşları… Hamle ettikçe bir hoyrata, bir nadana, bir nanköre, bir zalime karşı, içerden bir el gırtlağını sıkacak ve söyleyemeyecek söylemek istediklerini…
Yanlışlıklar diyarında bir türlü boy vermeyen doğrular yardım istedikçe kendinden, korkunun, kuşkunun, şüphenin, baskının, umursamazlığın, adamsendeciliğin terazisi ağır basacak, eller yeniden yana düşecek, diller sükûtu tercih edip, ruh kapandıkça kendi içine kapanacak. Meşguliyetlerimizin girdabında dönüp duran ve bazen kendini bile unutup büyük bir şaşkınlığın ellerinden tutarak kendince bir yola giren ve girdiği bu yolda daralıp yorulan, bazen suskunlaşıp içe dönen, bazen ümitsizliğe bürünüp kendinde geçen bizler değil miyiz?
Bir güçlü, bir haklıyı yere yıkarken, bir zalim bir mazlumun yüreğine silahıyla dokunurken, bir öksüzün, bir yetimin hakkı; utanmadan, arlanmadan, korkmadan pay edilirken kötüler tarafından, gökler bu olan biten için yaş döküp ağlayacak, ahı eninler semayı tutacak, fakat insanoğlu yine de kendini tutacak, sırtını dönecek, lüksüne, keyfine ve konforuna bakacak, “Düzen böyle, ne yapayım?” diyerek kendini savunup avutacak.
Kötülerin, gözü doymazların, kanmaz ve utanmazların, içleri korkunç bir biriktirme arzusuyla dolu olanların bu bölüşüm ve paylaşım kavgası daralttıkça, kan gölüne döndürdükçe, kin ve nefretle örttükçe dünyayı, kendilerine her nasılsa bir yer tutmuş olanlar, sığındıkları bu küçücük limanların kuytu köşelerinin ellerinde kalacağı yanılgısına kapılarak aldanacaklar ve bu aldanışları onlara pek pahalıya malolacak.
Her geçen gün, aşkını, vefasını ve sevdasını kaybeden, her geçen gün, komşuluğu ve komşusunu unutan, bir selamı bile esirger hale düşen insanların yaşadığı bir dünya; bu kurumanın, bu çölleşmenin, bu maddileşmenin başına kötü işler açacağını unutmuş ya da unutturulmuş bir halde dönüp duruyor. “Kendini azarlamadıkça armağan olamazsın komşuna / Bir çocuğa kadına bir silah arkadaşına sıla-ı rahim” diyen şaire (Hayriye Ünal) kulak ver. Ve belki de kıyameti bundan olacak dünyanın ve içindekilerin… İnsanoğlu kendisine verilen güzellikleri hep kendine ayırmanın, bencilliğin şahikalarında dolaşmanın ve yüklenen görevi tamamıyla ihmal etmenin sonucu olarak kendi kıyametini kendi elleriyle hazırladığının farkında değil. Boş, basit ve sığ hayallerin, derinliksiz, düşünmeye ve düşünceye dayanmayan davranışların istilası altında, bir takım gelip geçici meşgalelerle uyutulan bizler, onlar, sizler ve nihayetinde herkes; hep aynı manzaraya uyandığımızın, hep aynı manzarayla sarhoş edildiğimizin farkında değiliz. Bunun idrakinde olanların çığlıklarına, sözlerine o derece kulaklarımızı tıkamışız ki; top patlasa duyacak halimiz yok.”Ne oldu bize ve insanlığa insanlık öğreten insanlığımıza ki; yaptıklarımız neticesinde tanınmaz hale geldiğimizi görmüyoruz ve hiçbir söz, hiçbir fiil biz de bir yankı ortaya koymuyor. Söylenenleri dinlemediğimiz gibi, bazen de kızıyoruz. Peki; Dücane Cündioğlu’nun “Hakikat ve Hurafe”sinde söylediği gibi:
“Ne ki birilerinin çıkıp "Ey insanlar! Nereye gidiyorsunuz!?" demesi ve gidilen bu yolun, merhum Necip Fazıl'ın deyişiyle, bir çıkmaz sokak olduğunu söylemesi gerekmez mi? Öyle ya, Kıyamet'in çok yakın olduğunu hatırlamaz olduk, unuttuk âdeta. Cennet ve cehennem, umduğumuz ve korktuğumuz mekânlar değil artık. Sağ ve solumuza niçin selam verdiğimizi bilmiyoruz, bilmek istemediğimiz gibi yardım da istemiyoruz. Uyarmıyoruz, uyaramıyoruz kimseyi, kendimizi bile.”