Modern dünyanın oluşum sürecindeki ve gelişimindeki iki ana unsur laboratuar ve kütüphanedir. Dünyanın kendisine emanet olarak verildiği insanoğlu, bu iki unsura hayatında ne kadar önem vermişse gelişmiş, onlardan ne kadar uzaklaşmışsa, o kadar geri kalmıştır. Bu gerçeği göz önünde bulundurarak, çağın gelişmişliği içerisinde ülkemize baktığımızda, korkunç eleştirilere tabi tutarız kendimizi. Tespit ettiğimiz problemlerin çözümü için gerekli olan konulardan sözederiz. Bunların başında da eğitimsizliğimiz ve okullarda verilenlerin yetersizliği birinci sırayı işgal eder. Ancak, eğitim ve öğretime giden yolun kitaplardan geçtiği hakikatini ise hep gözardı ederiz.
Çünkü, bu eksik kendimizde de vardır. Konuşurken, bir an için kitaptan ne kadar uzak olduğumuz ve en son hangi kitabı ne zaman okuduğumuz, en son ne zaman kitap aldığımız şeklindeki noktalar bizi rahatsız eder. Sözün o tarafa geçmesini engellemeye bile çalışırız.
Oysa eğitim, hayatın bir döneminde yapılıp, sonra da terkedilecek bir iş değildir. Bir ömür boyu sürmesi, nesilden nesile devam ettirilmesi gereken bir iştir.
Kitapevlerine gidersiniz; kitap almak zorunda olan birkaç öğrenciden ve tanıdık bazı simalardan başkasına rastlayamazsınız. Kütüphanelere (İster üniversite kütüphanesi olsun, ister diğerleri...) gidersiniz; durum yine bundan farklı değildir. Mecburiyet şartı olmadan araştıran, okuyan kesim ne kadar azdır bu ülkede...
Çünkü, bu eksik kendimizde de vardır. Konuşurken, bir an için kitaptan ne kadar uzak olduğumuz ve en son hangi kitabı ne zaman okuduğumuz, en son ne zaman kitap aldığımız şeklindeki noktalar bizi rahatsız eder. Sözün o tarafa geçmesini engellemeye bile çalışırız.
Oysa eğitim, hayatın bir döneminde yapılıp, sonra da terkedilecek bir iş değildir. Bir ömür boyu sürmesi, nesilden nesile devam ettirilmesi gereken bir iştir.
Kitapevlerine gidersiniz; kitap almak zorunda olan birkaç öğrenciden ve tanıdık bazı simalardan başkasına rastlayamazsınız. Kütüphanelere (İster üniversite kütüphanesi olsun, ister diğerleri...) gidersiniz; durum yine bundan farklı değildir. Mecburiyet şartı olmadan araştıran, okuyan kesim ne kadar azdır bu ülkede...
Hâlbuki ekmeğini kazanmış da olsa, bir iş yerinde önemli bir görevde de bulunsa; çağı anlamak, kavramak ve gelecekle ilgili olarak belli seviyede yorum yapabilmek için kişinin okuması, kitaplara karşı ünsiyetini kaybetmemesi lâzımdır. Belli bir zaman sonrasında insanın üzerinden kalkan ya da kalkacak olan bir yük olarak algılanmamalıdır bu durum.
Bir de kendilerini sadece kendi dar alanlarına hapseden beyinler vardır. Bütün okumalarını hep o alana hasrederler. Farklı boyutlarda düşünmek ve çok geniş olmamak kaydıyla, farklı alanlardan bilgi sahibi olmak gibi bir düşünceleri yoktur. Ne var ki, daha geniş bir pencereden hayata bakabilmek için bu yazdığımızın gerekli olduğunu sanıyoruz. En azından, kendi alanında belli bir seviyeye eriştikten sonra.
Bu yazdıklarımızın bazıları, laboratuarlar için de geçerli olabilir. Kendilerince bir yere ulaştıklarını sanıp, daha sonra, laboratuarın kapısını açmayan ve çalışmanın semtine uğramayan ne çok insan vardır ülkemizde... O güne kadar elde ettikleri birikimi, bir kenara itip, öylesine yaşayıp giderler böyleleri.
Fakat bunun yanında, emekli olsalar bile, çalışmalarına daha bir hız verip, nice güzel eserlere imza atanlar ve ilim yolunda ölünceye kadar dur durak bilmeyenler de var. Doğrusu, bu alanlar sadece kazanç kapıları olarak düşünülmez ve ilimden emekli olmak diye bir şeyin olmayacağı bilinirse, kütüphaneler ve laboratuarlar hep dolu olacaktır.
Fakat bunun yanında, emekli olsalar bile, çalışmalarına daha bir hız verip, nice güzel eserlere imza atanlar ve ilim yolunda ölünceye kadar dur durak bilmeyenler de var. Doğrusu, bu alanlar sadece kazanç kapıları olarak düşünülmez ve ilimden emekli olmak diye bir şeyin olmayacağı bilinirse, kütüphaneler ve laboratuarlar hep dolu olacaktır.
Yetmişli yıllarda il halk kütüphanesi, Havuz başındaki Halk Eğitimi Merkezi (Şimdilerde o da yok; çünkü içinde hatıralarımız ve hayatımızın bir bölümünün geçtiği o bina meydan yapılmak üzere yıkıldı.)'nin içindeydi. Evimize pek de yakın olmamasına rağmen en çok gittiğim yerlerden biriydi orası. Hele de yazları... Sabahları evden çıkar, kütüphaneye gelir, öğlene kadar orada kitap okur, öğlen paydosunda tekrar eve gider, yemekten sonra tekrar kütüphaneye dönerdim. Yaşı kırkın üzerinde gösteren, ufak tefek bir adam vardı o yıllarda kütüphanede çalışan... Okuduğum kitabı bitirdiğimde, kitabı ona verir ve başkasını isterdim. Koca kütüphanede çoğu zaman benden başkası olmazdı. Kitabı bana verirken, en azından çalıştığını hisseder ve gülümserdi. Diğer çalışanlar ise bir köşede öylece otururlardı. (Söz kütüphaneden açılmışken, bir konuyu yazmadan geçmeyeyim. Bizde kütüphaneler açık olmaları gereken zamanlarda kapalıdırlar. Yani insanlar okullarında ve işlerindeyken oralar açık, insanların işlerinden çıkıp oralara uğramaları gereken zamanlarda kapalıdırlar. Bunun bazı istisnaları olabilir ama çoğunlukla bu böyledir.)
Üniversiteye başladığımda da yine üye kartım vardı ( Hem üniversite ve hem de halk kütüphanesinin) ve ara sıra kitap alır okurdum. Hatta, Kemal Tahir'in birbirinin devamı olan bir kitabını kitapevlerinde epeyce arayıp, sonra üniversite kütüphanesinde bulup okuduğumda ne çok sevinmiştim. Derslerimin birçoğunu ise, özellikle evimize de yakın olması sebebiyle İl Halk Kütüphanesi(Bu arada, Havuzbaşı'ndaki yerinden, Yoncalık'taki kendi binasına taşınmıştı.)'nin salonlarında, belli bir disiplin ve sessizlik altında çalışarak verdim.
Şimdi de, arada bir uğradığımda buralara, ödev arayan öğrencilerden başkasına pek rastlayamıyorum. Söz okumadan açılmışken, asgarî okumayla ilgili şu formülü dikkatlerinize sunmak istiyorum: Günde bir gazete,- Ama okunacak şeyleri olan bir gazete, resimlerine bakılacak olan bir gazete değil.- haftada bir dergi, ayda bir kitap. Batılı bulunduğu her yer ve zamanda kitap okumanın yollarını arıyor; bizse, bunun tam tersi olarak, bulunduğumuz her yer ve zamanda boş durmanın... Aramızdaki asıl fark bu işte...
Şimdi de, arada bir uğradığımda buralara, ödev arayan öğrencilerden başkasına pek rastlayamıyorum. Söz okumadan açılmışken, asgarî okumayla ilgili şu formülü dikkatlerinize sunmak istiyorum: Günde bir gazete,- Ama okunacak şeyleri olan bir gazete, resimlerine bakılacak olan bir gazete değil.- haftada bir dergi, ayda bir kitap. Batılı bulunduğu her yer ve zamanda kitap okumanın yollarını arıyor; bizse, bunun tam tersi olarak, bulunduğumuz her yer ve zamanda boş durmanın... Aramızdaki asıl fark bu işte...
Mehmet Niyazi Özdemir Batı'da doktora yapmış bir hukukçu... Aynı zamanda birçok kitabı var. Gazete ve dergilerde ise, sürekli fikir yazıları yazan biri. Bir sohbetinde ( 29.l.2000-Türkiye) "Kütüphane ve Kitap" konusunda şunları anlatıyor:
"Kütüphane hakkında ne söylesem bilmem ki? Bugün kütüphanelerimizde görevlilerden başka kimse bulunmuyor desek yanılmış olmayız. Kütüphanelerle ilgili ilginç anekdotlarım da olmakla birlikte sadece bir tanesini anlatayım isterseniz: Süleymaniye'ye doğru giderken orda Merkez Kütüphanesi var. Almanya'da kütüphanenin birinde çalışırken baktım bir kitapta o kütüphaneye atıf yapılmış. "Bu konuda, Merkez Kütüphanesi falan numarada bulunan kitap diye." Meğer onun önünden çok geçmişim, orda kütüphane olduğunu bilmiyorum. Bir gün gittim. Baktım içerde bir Alman profesör çalışıyor. Yanında da yine dört tane Alman kız var. Çağatay eski yazı üzerine araştırma yapıyorlar. Ben de gidip gelmeye başladım.
Temmuz 1990'lı yıllardı. Devamlı da tadilat çalışması vardı. Dan dun dan dun... Kafa kalmıyor insanda. Ben ve o beş kişiden başka ne gelen var kütüphaneye ne giden. Bir gün dedim ki:
-Hocam bu tadilat çalışması ne zamandan beri yapılıyor?
-Ben 17 senedir yazı burada geçiriyorum. Bu tamirat devam ediyor. ( Bu rakamı okuyunca, insanın deli midir nedir bu Alman diyesi geliyor bizim düşüncemize göre. Acaba, bırakın 17 yılı, birkaç yılının yazını, yabancı bir memlekette bir konu için harcayan kaç bilim adamımız var? Hatta, bilimsel çalışma yapsınlar diye, vatandaşın parasıyla yurt dışına gönderdiğimiz birilerinin oralarda nelerle uğraştıklarını duyunca isyan edesi geliyor insanın. İ.B.)
-Neden ki acep, dedim?
Verdiği cevap şakaydı ama şakayla karışık çok da anlamlıydı:
-Buraya Müslüman uğramıyor, gavura eziyet gerek diye olsa gerek, on yedi seneden beri devam ediyor.
İşte bizim kütüphanelerimizin durumu böyle. Diyorum ki hayatın iki kaynağı var. Biri laboratuar, biri kütüphane. Eğer bir milletin buraları doluysa, istikbâli vardır."
Biraz karamsarlık da içerse, "İstikbâlimiz ne olacak?" diye soranlara, biz de bir soruyla karşılık verelim: Bizim kütüphanelerimiz ve laboratuarlarımız ne derece dolu ya da dolu mu?