İnsanlar gelip geçici, eserler ise kalıcıdır. Demek ki; kalıcılıktan yana tavır koyup, geçici olana lüzumundan fazla kıymet vermeyenler, kendilerinden sonraya birer eser bırakmak için çaba gösterenlerdir.
Gereğinde, bütün insanlığa faydalı olabilecek bir şey bırakan da, bir eser bırakmıştır kendinden geriye, bir söz ile gerçeğin ve doğrunun kapısını çalan da... Belki diğer eser, zamanın acımasız akışı karşısında değerini yitirebilir ve kendinden daha baskın çıkan bir başka buluşun çarkları altında kalıp, tarihin sayfalarından başka bir yerde anlam ifade etmeyebilir, hatırlanmayabilir. Ama ya söz... Söz; hükümranlığını her an sürdürecek bir kudretin sahibidir. Binlerce yıl öncesinden yankılana yankılana gelen ve bugün değerinden hâlâ hiçbir şey kaybetmeyen sayısız “söz” ve bu sözleri söyleyen sayısız “söz eri” vardır.
Bunlardan pek çoğu, bilginin ve birikimin şahikalarında cevelân ederken dökülmüştü dillerinden bu inciler... Onlar hiç şüphesiz insanı tanımış-beşerî zaaflarıyla, güçlü yanlarıyla, duygularıyla vs.-ve anlamış olmanın olgunluğu için de söylemişlerdi söyleyeceklerini... Diyeceğini önceden düşünüp, ölçüp, biçip, tartıp söyleme onların şiarıydı. Tıpkı şu dörtlükte dile getirildiği gibi:
“Söz altındır kelâm inci
Hemen derceyle (topla) derceyle
Teraziye koyup tartma
Yeri gelince harc eyle”
Bugün ise, düşünmeden konuşma, ağzına geleni, hiç ölçüye, tartıya vurmadan söyleme zamanı... Ortamın nezaketini dikkate almadan, mekânı dolduranlar hakkında en küçük fikir sahibi olmadan, en iddialı ve yakışıksız sözlerin ağızlardan dökülmesi, orada durulmayacak bir ortam meydana getiriyor. Ve insan, bir an önce çekip gitmenin, uzaklaşmanın yollarını arıyor tabii ki...
Bu “damdan düşer gibi” söz söylemeyi hepimiz yapıyoruz çoğu zaman... Ne var ki, “söz mülkünün sultanları” hep, “az söylemeyi, çok sükût etmeyi” buyurmuşlar. “iki dinle, bir söyle” demişler. Fakat şunu da hatırda tutmak lâzım ki; “Sözü altın olanların, susuşu intihardır.”
Bütün bunları biliriz de, ama yine de susup dinlemek ya da sabretmek zor gelir; hep “nefis” tarafımız ağır basar daima... Dilimizden bir sürü “lâfıgüzâf” dökülür. Halbuki insana yakışan “yeri geldiğinde konuşmak, yeri geldiğinde susmak” değil midir?
Söze düşman bir toplum düşünebilir misiniz? Bu ifademizi biraz daha açarsak, doğru söze düşman bir toplum düşünebilir misiniz? Sorumuzu okuyanların aklına, kendi toplumumuzun geleceğini ileri sürmek, yanlış olmaz herhalde... Gerçekten de, giderek doğru söze düşmanlık, boş söze dostluk besleyen insanların çoğunlukta olduğu bir toplum meydana getirme yolunda emin(!)adımlarla ilerliyoruz. Söylenilen sözün ne derece yerine getirilebileceği değil, yalan bile olsa, daha çok, hoşumuza gidip gitmediği bizi ilgilendiriyor.
Şurası da göz ardı edilmeyecek bir başka hakikat ki, ancak, gerçeğin özüne varmak için çileye talip olanlar, sözün de güzelini söyleme hak ve salâhiyetine sahiptirler.
Sözü konu edindiğimiz yazımızı, yine bir sözle noktalayalım:
Daniel De Foe diyor ki:
“Hakikati bulan, başkaları farklı düşünüyor diye, onu haykırmaktan çekiniyorsa, hem budala hem de alçaktır. Bir adamın “Benden başka herkes aldanıyor” demesi güç şüphesiz; ama sahiden herkes aldanıyorsa o ne yapsın?”