Çocuklarla hem eş dost akraba ziyareti hem de gezme görme ve dinlenme (!..) adına tatildeyiz.
Zeytin cenneti güzel ülkemin Ege kıyılarından Akdeniz’e uzandık birkaç günlüğüne.
Gittiğimiz yerlerde çocuklar her ne kadar gıcık olsalar da vaz geçemediğim fotoğraf tutkumun yanına bir de sebze meyve Pazar gezilerini ekledim.
Muğla pazarındayız. Civar il ve ilçelerden gelen ürünlerin rengârenk yer aldığı tezgâhlarda taze zeytin ve yağı henüz görülmezken, el emeği doğal ürünlerini pazara getiren yaşlı teyzelerin gelinlik dönemlerinden kalma giyindikleri hoş renk tonlarıyla süslü Nazilli basmaları dikkatimi çekiyor.
Plastik bidonlarda ev yapımı, geçen yıldan kalma sıkma zeytinyağının litresi 12-13 TL civarında.
Bu fiyat zeytin ağacı olan ülkemizin diğer yerleşim bölgelerinde de üç aşağı beş yukarı aynı. Erzurum’da market raflarında yer alan sızma zeytinyağları bu rakamın en az üç katı ile başlıyor. Diğer sebze ve meyvelerde olduğu gibi.
Geçtiğimiz ramazan ayı boyunca farklı televizyon kanallarında zeytinyağının zehir olmadığını haykıra haykıra anlatmaya çalışan Canan Karatay ile aynı günlerde TBMM’ye getirilen tartışmalı yeni zeytin yasası bir kez daha kafamı kurcalıyor ve İsmet Paşa İlkokulu’nda burnumu sıkarak zorla sıvı yağ ve süt tozu içiren koyu gri iş elbisesi giysili rahmetli Adile Naşit benzeri teyzeyi aklıma getiriyor.
O süt tozu ve sıvı yağdan saklayan var mı bilmiyorum ama o ürünlerin bir analizi yapıldı mı, bize ne içirdiler arkadaş pek merak ediyorum doğrusu…
Konu bir türkünün sözlerinin hikâyesiyle pek çok kez dile getirilmiş. Bir kez de alıntılarla ben aktarıp hatırlatmak istedim bir yerlere iliştirerek.
Zeytinyağlı yiyemem aman,
Basma da fistan giyemem aman.
Senin gibi cahile,
Ben efendim diyemem aman…
TRT repertuarında kayıtlı İhsan Kaplayan kaynağı ile 1954 yılında Muzaffer Sarısözen tarafından derlenen türkünün sözleri günümüzde de önemini yitirmemiş.
Şöyle ki;
Gazeteci Sedat Kaya, konuyu çok şık bir şekilde kaleme almış:
“Tarih 1937 idi.. Tam 78 yıl önce..
Ekim’in 9’u..
Yeni Türkiye Cumhuriyeti kendi ayakları üzerinde durabilmek için fabrika üstüne fabrika açıyordu..
Bunların en önemlilerinden biri Nazilli Sümerbank Basma Fabrikasıydı..
Rusların verdiği krediyle açıldı..
Ama bu öyle faizle, ipotekle falan alınan bir kredi değildi..
Takas usulüydü..
Ver parayı, al portakalı, mandalini, limonu..
Ruslar bize para ve teknik eleman verdi..
Biz de onlara karşılığı kadar narenciye..
Müthiş bir projeydi..
28 bin iğ ve 800 otomatik tezgah ile yılda 2 milyon 400 bin kilo iplik işliyor, 20 milyon metre basma üretiyordu..
Fabrikada yok yoktu..
İşçiler ve aileleri için halkevleri, müzik dersleri, spor alanları, tarım dersleri, aklınıza ne gelirse..
Fabrika Türkiye’nin ihtiyacını karşılamakla kalmıyor, yurtdışına da ürün satıyordu..
Birbirinden güzel pamuk basmalar kapış kapış gidiyordu..
Altı ayda bir de halka bedava dağıtılıyordu..
Kısa sürede ülkenin en verimli fabrikalarından biri oldu..
Nazilli basmaları bir numaraydı..
Aradan 17 yıl geçti..
Demokrat Parti yıllarıydı..
Marshall Yardımının ülkeye girmeye başladığı yıllar..
Radyolarda bir türkü çalmaya başladı..
Üstelik 10’ar dakika arayla..
“Zeytin yağlı yiyemem aman,
Basma fistan giyemem aman
Senin gibi cahile,
Ben efendim diyemem aman”
Aynı tarihlerde Yeşilçam’da üretilen Türk filmlerinde köylüler basma fistan giyen cahiller, görgüsüzler olarak lanse ediliyordu..
Kentliler tarafından..
Bilinçli, planlı psikolojik bir savaştı bu..
Amaç köylünün kentlere göçünü sağlamaktı..
Yani üretmemesini sağlamak..
Sonunda Türkiye bu savaşı kaybetti..
Devlet zaman içinde Nazilli Basma Fabrikasını kaderine terk etti..
Önce üretim düştü, makinalar çürüdü..
Sonra kapandı..
Tıpkı bir çok fabrika gibi..
Üreten bir toplum, tüketen bir toplum oldu..
1927 yılında nüfusun yüzde 75,8’inin köylü olduğu bu toplumda bugün köylü nufusu yüzde 20..
İşte o yüzden bugün basma fistanlarda “Made in Chine” yazıyor..
Pamuk üreten köylü kalmadı..
O pamuğu işleyecek fabrikalar kapandı..
Ama ne ilginçtir..
Bir zamanlar “Basma fistan giyemem aman” türküsü söyleyen kentliler, bugün köylerde o güzelim, yumuşak, pamuk gibi basmaları arıyorlar..”
Evet, o Marshall yardımlarının sıvı yağı ve süt tozunu bu günkü gibi hatırlıyorum.
O Marshall yardımları sonucu Türkiye’ye kakalanan, Aliravi Caddesi’ndeki Taşambarlar rampasına trafik durdurularak çıkarılıp indirilen, 3-2 kilometrede galon galon mazot tüketen askeri cemseleri ben yaştakiler pek iyi hatırlarlar.
Sütün yüz kuruş olduğu dönemde kilosu 30 kuruşa verdiler süt tozunu, sütümüzü bitirdiler…
Verdiler mısırözü yağını mis gibi zeytinyağımıza tu kaka dediler…
Sonra da bu milletin efendisi köylüsüne her dem cahil söylemleriyle aşağılatıp kente taşıdılar.
Al sana üretim…
İşte o akaryakıt örneğindeki gibi, ikibinli yıllara kadar bu tür stratejik politikalarla bizi sürekli borçlu tutup üç kuruşa muhtaç ettiler.
Bütün bunlar yetmedi, bu milletin dini değerleri, yardımsever duyguları, iyi niyet sosyal ilişkileri kullanılarak farklı terör örgütleri oluşturup destek verdiler, hâlâ da kullanıyorlar…
Silahlı terör örgütlerine destekleri hiçbir zaman eksik olmadı, şimdi artık bunu aleni yapıyorlar.
Ne ABD ne Avrupa kimsenin kara kaşına kara gözüne hayran değil. Yıllardır yapılan yardımlar ve sonuçlar ortada.
Şimdi, güney sınırımızda ha bire yığınak yapılıyor. Yüzlerce TIR dolusu silahlar veriliyor, güya geri de alınacakmış haberleri geliyor….
Peh peh peh…
Biz o türküyü artık söylemiyoruz arkadaş…
Zeytinyağı da yiyeceğiz, köylü kardeşimize efendi de diyeceğiz…
Sizin gibi zalimlere de bu millet artık “dur” diyecek güçtedir…