Tatil, yorulmuş bedenlerin ve zihinlerin dinlendirilmesi için adeta biçilmiş bir kaftan gibidir. Eskiler, “tebdil-i mekânda ferahlık vardır!” derken bunu kastetmişlerdir. İnsan, devamlı olarak çalışıp yorulduğu yerden ayrılıp da başka bir yere giderse, bu yer değiştirme o kişinin ruhen rahatlamasını ve ferahlamasını sağlar.
Yorgun argın vaziyette çalışmaya devam edilecek olursa yapılan işlerden de verim alınamaz. Çünkü çalışma isteği kaybolur, isteksiz yapılan işlerden de hayır gelmez. Bütün yılın yorgunluğunu atıp yeni döneme dinlenmiş zihinlerle, arındırılmış ruhlarla başlayıp huzurla çalışabilmek, yeni eserler üretebilmek, bilimsel faaliyetlere devam edebilmek için tatil yapıp dinlenmek oldukça önemlidir.
Nitekim 2012-2013 öğretim yılında oldukça yorulduğumu hissettiğim için kısa süreliğine bir mekân değişikliği yapıp Fethiye’ye gittiğimizi ve burada dinlendiğimizi geçen seferki yazımda belirtmiştim. 
Tatil, her şey dahil bir otele gidip hiçbir yere kımıldamadan sadece denize ve havuza girip kumda güneşlenmek anlamına gelmemeli, yakın çevrede görülmeye değer yerler ihmal edilmeyip gezilmelidir. Nitekim Fethiye’de görülmeye değer yerleri gezdikten sonra tatilimizin son günlerinde bize katılan oğlumun arkadaşı sayesinde Köyceğiz’i de görüp gezme fırsatı bulduk. Oğuz’un ailesinin samimi daveti, o geceyi Köyceğiz’de geçirmemize vesile oldu. İbrahim Bey ve eşi, yine tam bir Anadolu misafirperverliği göstererek bizi misafirleri için hazır tuttukları müstakil dairelerinde ağırladılar. Mükellef akşam yemeğinin ardından, Köyceğiz Gölü kıyısında gezindik.
Bu göl, aslında çok geniş olmayan bir kanalla denize açılıyormuş, ancak göl denilmesinin asıl nedeni, suyunun tatlı oluşundan ve gölde bol miktarda tatlı su kefalinin bulunmasından dolayıymış.
Son derece doğal olan ortamda yine doğal ve organik ürünlerle tadına doyumsuz bir sabah kahvaltısının ardından vedalaşıp ayrıldık.
Yolumuz üzerindeki Marmaris’i gezdikten sonra, yol boyunca seyir teraslarından Gökova Körfezi’ni ve adeta cetvelle çizilmiş ovadaki tarlaları seyrederek birkaç saat sonra Kuşadası’na ulaştık. Kuşadası’na belki sekiz-on sefer gitmişliğimiz var. Birkaç yıl önceki tatilimizin tamamını orada geçirmiş ve çok keyif almıştık. Özellikle buraya adını veren minik adadan güneşin batışını seyretmek, insana farklı duygular yaşatıyor. Geceyi orada geçirip ertesi sabah tekrar yola koyulduk ve akşama doğru İstanbul’daydık.
İstanbul, dünyanın incisi, gezmekle bitecek gibi değil. Bu defa, daha önce gitmediğimiz bir iki yeri görmekle yetindik. Emirgân Korusu, mutlak surette görülmesi gereken yerlerden biri. Anadolu yakasında yer alan harikulade korulara mukabil Rumeli tarafında da pek çok koru var ve Emirgân, bunların en güzellerinden ve yorgun insanların dinlenmesi için en muazzam yerlerden biri. Saatlerce burada kalsanız bile, zamanın nasıl geçtiğini anlayamıyorsunuz. Uygun yerlerden Boğaz’ı görüp iki köprüyü de rahatlıkla seyredebiliyorsunuz. Yanınıza kadar gelen sincapların, attığınız gıdaları minik ellerinin arasına alıp yemesi, kuşların etrafınızda uçuşması size dostluğu hatırlatıyor; oluşturulmuş yapay şelaleden akan suların şırıltısı, ruhlara huzur veriyor. Korudaki düzenlemelerden anlaşılıyor ki lale mevsiminde burası lalelerle donatılıyor. Şimdi lale mevsimi olmadığı için koru, laleden başka envai türden çiçeklerle bezenmiş. Şairlere ilham veren bu koruda nice şairler şiir inşad etmiş. Akla hemen Atilla İlhan’ın “Emirgân’da Çay Saati” isimli şiiri geliyor.
çerağân sarayı’ndan büyükdere’ye 
üşümek sonbaharında eski çınarların 
uzadığı yerde gizlice akşamların 
başlayıp adetâ kendini dinlemeye 
kafeslerin ardında bol gözlü bir kadın 
ansızın giydirilmiş ipek ferâceye 
bir çay yalnızlığı emirgân’dan öteye 
değdikçe ısındığı yaldızlı bardağın 
nedîm’den yansıması tatyos efendi’ye 
tenhâ bir genç kız sesiyle hicazkâr’ın 
kuytularda çürüdüğü bağdadî yalıların 
yorgun sarmaşıklarıyla sarkmış bahçeye
soğuk kuşlar gibi dağılır boğazda 
rüzgârın getirdiği donuk bir yağmur pusu 
istinye’de gemilerin karanlık uykusu 
kırık direkleriyle dalgın ve hasta 
birden içimi kaplayan ölüm korkusu 
selâm verilince meçhul bir namazda 
gâzâli’yse biraz mevlânâ biraz da 
kubbenin altındaki divan uğultusu 
‘şeref’ vapurundan en kirli beyazda 
yüzlerce harbiyeli sürgün yolcusu 
havada bir asılmış adam kokusu 
istanbul jöntürkleri hüzzâm bir yasta 

yankılarıyla telaşlı geceleri bir bebek’ten 
motorların taşıyıp o kadar bitiremediği 
en yılgın sonbahar benim gözlerimdeki 
çok daha dumanlı mütâreke günlerinden 
alaturka saat kaçta ikinci tömbeki 
miralay sadık bey’in nargilesinden 
dem çekip kumrular gibi sebilleri şenlendiren 
osmanlı sehpâların gölgesindeki 
emirgân’da acılaşmak koyu bir semâverden 
çaylar gibi kararıp kaç defalarca eski 
bir şiir üzüntüsüyle müseddes biçimindeki 
çoktan unutulmuş kilitli defterlerden
Yahya Kemal de Emirgân’ı çok seven şairlerimizden. Hatta oradaki kahvehanelerden birinin adını “Mehtap” olarak o isimlendirmiş. Madrid’de elçilik yaptığı günlerde girdiği bir kahvehanede Çınaraltı Kahvehanesi’ni hatırlayıp şiirine şöyle konu etmiş.
Madrid’de kahvehâneyi gördüm ki havradır,           Bir yerdeyiz ki söz denilen şey palavradır.                                                    
Dalmış gülüp konuşmağa yüzlerce farfara,           Yorgun kulaklarımda sürerken bu yaygara                                                    
Durdum, hazin hazin, acıdım kendi hâlime            Aksetti bir dakîka uzaktan hayâlime,                                                                
Sâkin Emirgân’ın Çınaraltı’nda kahvesi,                 Poyraz serinliğindeki yaprakların sesi.                                                              
Bâzan gönül dalar suların mûsıkîsine                    Bâzan Yesâri hatlarının en nefîsine.
Bu güzel duygularla Emirgân’dan ayrılıp, sahilden Boğaz Köprüsü’ne doğru çileli trafikte yola koyulduk.
Ama tatil, bu süre içinde hiçbir şey yapmamak anlamını taşımıyor. Tatil dinlenirken yorulmak, yorgunken de dinlenebilmek… Nitekim bu tatil sürecinde bir taraftan Ekim ayında katılacağım bir sempozyumun bildirisini hazırlamaya çalıştım, bir taraftan İlahiyat fakültelerinin programından kaldırılan Felsefe Tarihi dersinin bu fakültelerde ve ülkemizin geleceği bakımından önemini anlatan bir yazı yazdım, tatilimizin birinci bölümünü anlattığım bir gezi yazısı yazıp yayınladım.
 Ve nihayet tatilimizin sonunda İstanbul’daki evlerini kendi evimiz olarak gördüğümüz rahmetli teyzemin kızları ve kıymetli eşi çok sevdiğim amcam Ziyaettin Mutaf’la birkaç güzel gün geçirdik. Belirttiğim gibi hem birlikte gezdik, hem de hazırlamayı düşündüğüm kitapla ilgili olarak Erzurum üzerine Ziya amcamla birkaç röportaj yaptım. Her konuda kendisinden çokça istifade ettiğim Ziya amcam, eski Erzurum’u çok iyi bilen az sayıdaki Erzurumludan biri. Erzurum’dayken arkadaşları ona Ziyo Baba adını vermişler. Herkese yaptığı iyiliklerle ve cömertliğiyle kazanmış bu sıfatı. Tam bir Erzurum Beyefendisi. Değişen hiçbir şey yok; saygınlığını orada da devam ettiriyor, İstanbul’daki çevresi de ona Ziyo Baba diye hitap ediyor. 
Bir taraftan tatil yapıp bir taraftan da çalışırken bu güzel tatilin de son günleri gelip çatmış ve dönüş konuşmaları yapılmaya başlamıştı. Gerçi biz Akdeniz-Ege ve Marmara’da sıcaklarla cedelleşirken mevsimin ilk karının memleketimiz Erzurum’da Palandöken’in zirvelerine düştüğünü de öğrenmiştik; ama kar da yağsa, dolu da düşse, soğuk altı ay da sürse ve hepsinden önemlisi “sahipsiz memleket” de olsa insanın yaşadığı şehir bir başka oluyor. 
Erzurum’a dönmemiz, sahipsiz bırakmamamız gerektiğinin bilinciyle yollara koyulduk ve nihayet deniz seviyesinden 2000 metre yukarıda yer alan güzel şehrimize döndük.