İsmi lazım değil; bir belediye başkanıyla sohbet ediyoruz. Tam da o sırada, bir müşkülü olduğu her halinden belli olan vatandaşın birisi geliyor yanımıza ve diyor ki başkana:
- Seçimden önce söz vermiştiniz, benim evimi de kamulaştıracaksınız.
Başkan, bu vatandaşla arasında geçen diyalogu çok iyi hatırlıyor olacak ki; şu cevabı veriyor:
- Sana verdiğim söz, evini kamulaştırma sözü değildi. Kaldı ki, senin evinin bulunduğu parsel, benim sorumluluk alanımın dışında bulunuyor… Ben sana, evinin kamulaştırılması konusunda yardımcı olacağıma dair bir söz vermiştim.
Vatandaş diretiyor:
- Başkanım, buraya kadar geldim işte! Kamulaştır şu evimi de, bu işten halas olayım artık.
Yineliyor Başkan:
- Kardeşim, diyor.
- Benim sorumluluğumda olsa tamam, ama benim parselim değil orası.
Başkan bununla da yetinmiyor, ilgili belediyeyi arayarak, bu vatandaşa yardımcı olunmasını rica ediyor.
Sonrası tamam.
İşi görülüyor görülmesine de, nedense bu vatandaşın maharetleri bitmek-tükenmek bilmiyor.
- Başkanım, diyor.
- Biliyor musunuz? Benim evimin karşısında falancaların bir arsası var ya, orasını (firma ismi de vererek) depo olarak kullanıyor. Benden duymadınız, sadece haberiniz olsun diye söylüyorum.
Başkan, patavatsız bu adamın ağız payını veriyor gerçi ama birebir tanık olduğumuz bu hadise, bizi düşündürmeden de edemiyor doğrusu.
Düşünebiliyor musunuz?
Bu vatandaş, müşkülünü bir çırpıda halleden belediye başkanına aklı sıra teşekkür ettiğini zannediyor.
Ne ile?
Ne ile olacak, jurnalcilikle.
Zahir sanıyor ki; komşusunu ele vermekle kendisine madalya takacak belediye başkanı. Veyahut yaldızlı bir teşekkür beratı verecek.
Aslında mesele ne, biliyor musunuz?
Mesele şu:
Benim yok ya, komşumun da olmasın! Benim tek gözüm kör ya, iki gözü birden çıksın komşumun!
Bu işte!
Yani Erzurum’daki en müzmin hastalık!
 
BAŞIMIZA KALKMIŞTA
NEYİ TAÇ ETMİŞİZ?
Hiç unutmayız. 
Bakırcılar Çarşısı’nın en son çıraklarından olan Selahattin Belmel isimli ihtiyar bir ustayla mülakat yapmıştık bundan tam 14 sene evvel.
Rahmetli, özetle demişti ki:
- Oğul, Ermeni’den bize iki miras kaldı. Birisi bakırcılık, diğeri ise çekememezlik, haset, kıskançlık ve hainlik… Bakırcılıktan zaten eser kalmadı, bitti-gitti. Ama bu haset var ya bu haset; çoluk-çocuğumuza bile sirayet etmeye devam ediyor.
Ne garip, değil mi?
Sahip çıkılacak onca miras ve onca güzellik dururken, ede ede başımıza neyi taç etmişiz, görüyor musunuz?
Ne diyelim, Allah akıl-fikir versin böylelerine!
Allah şifalar eylesin böyle hastalıklı beyinlere!
Ve Allah fırsat vermesin, tek gözünü, komşusunun iki gözüne birden diken Ermeni varislerine!
Âmin.
 
ARİF’İ TARİFE GEREK VAR MI? 
Hatırlarsınız.
Milli Görüş, Teşkilatçılık ve Ak Parti” başlıklı bir yazı kaleme almıştık geçtiğimiz hafta.
Ve mealen demiştik ki;
Teşkilatçılık, ‘Milli Görüş’e gelmiştir. AK Parti’nin bugün elde ettiği başarıda ise, kuşkusuz ‘Milli Görüş’ geleneğinin çok büyük katkısı olmuştur” diye.
Bize bu konuda hak verenlerin hayli fazla olduğunu ifade etmekle birlikte, sitem edenler de çıkmadı değil hani…
Misal, şöyle denildi:
AK Parti’nin Erzurum teşkilatları olmasa idi, falanca adayı kim tanırdı, filanca adayı kim bilirdi? Birileri Erzurum’da marka olduysa, işte bu aslında AK Parti teşkilatlarının başarısıdır
İyi, güzel, hoş da…
AK Parti’nin teşkilatları kıllarını hiç kıpırdatmasalardı bile o adaylar zaten tanınacaktı ve bilinecekti ki!
Öyle ya!
Erzurum’da, geçmişte ya da hali hazırda koltuk işgal edenlerin hiçbirisi, tanındıkları ya da bilindikleri için seçilmedi. Üstelik onların karakaşlarına ve kara gözlerine ise, kimse meraklı değildi.
Peki, nasıl seçildiler?
Nasıl seçilecekler, elbette arkalarına aldıkları referans ve o referansın estirdiği kuvvetli rüzgârla.
Şimdi!
Bize o rüzgârı tarif edin” derseniz, yine birebir tanıklık ettiğimiz bir hadiseyi aktaracak ve bu bahse böylece son noktayı koymuş olacağız.
Hadi buyurun o halde!
2011 Milletvekili Genel Seçimi öncesi. İsmini hatırlamıyoruz, ama Pasinler ilçesine bağlı bir köyde seçim çalışması yürütüyor AK Parti’nin Erzurum teşkilatı. Bir ev ziyaretinin ardından hemen yanı başındaki bir başka eve doğru yöneliyor teşkilat mensupları.
Kapıda bir adam, AK Partili heyet daha kendisine yaklaşmadan başlıyor bağırmaya:
- Gelmeyin kapıma-bacama, istemiyorum. Benim oyumun sahibi ‘Teyyip’ Erdoğan.
Tabi, heyet şaşkın.
- Tamam, biz de zaten Tayyip Erdoğan’ın partisinden geliyoruz.
Vatandaşta en küçük bir sapma bile olmuyor, dediğim dedik yani.
Cevap veriyor:
- Gardaş ben parti-marti anlamam, ‘Teyyip’ Erdoğan’dan başkasına da oy vermem.
Yani?
Yanisi şu: hiç kimse esen bu rüzgârdan kendisine pay devşirmeye kalkışmasın! Zira rüzgârın sahibi de belli, Hasankaleli dayının tarifi de.
Şimdi!
Var mı başka bir arzunuz?