İstanbul’da çok ama çok mütevazi bir otel odası…

Yaşlı adam, pilli radyosundan kendi bestelediği şarkıları dinliyor.

Bazıları Kürdili hicazarkar, bazıları da Hicaz…

Az da olsa Erzurum’dan esintiler var.

Sonbahar akşamı, İstanbul serin bir uykuya teslim…

Beşiktaş rıhtımını dalgalar vuruyor, damlarda martılar çığlık çığlığa…

Evsizler sığınacakları bir bucak arıyor.

Şairin dediği gibi smokinli beyler, çıtı pıtı hanımlar ise gazinoda…

Sahnede Zeki Müren…

Şarkılar türküler art arda…

Sıra O’nun bestelediği eserlerin icrasına gelince herkes pür dikkat…

Pilli radyoda Zeki Müren’den şarkılar…

Yaşlı adamın odasının kapısı çalıyor.

“Buyurun” diyor.

İçeriye mavi gözlü altın saçlı genç bir adam giriyor.

Doğruca yaşlı adama giderek elini öpüyor.

“Üstadım nasılsınız” diye soruyor.

Yaşlı adam duygulanıyor.

Genç adama ikram edebileceği bir şeyi yoktu.

Masada, yarısı yenilmiş bir ekmek, bir avuç zeytin ve yarım dilim domates vardı yalnızca…

“Buyur gel otur evladım, seni tanıyorum ben” dedi.

Yağmur sanki de camları taşlıyordu.

Aslında o mavi gözlü genç adamın da gidecek bir yeri yoktu.

Aynı dili, aynı notayı, aynı ritmi konuşuyorlardı.

Şafak sökmekteydi, İstanbul’un tepelerine çiğ düşüyordu.

Konuştular, konuştular.

İkisi de o gecenin bitmesini istemiyorlardı.

Ne var ki, artık kirli perdenin arkasında odayı gün ışığı yıkıyordu.

Martılar ise, çoktan gemilerinin güvertesindeydi.

Biri yaşlı biri genç iki Erzurumlu vuslatın coşkusuyla mest olmuştu.

Bir o söylüyordu bir de öbürü…

Tabii ki genç adam yaşlı hemşerisinden rol çalmıyordu.

Minarelerden ezan sesi yükseldi:

“Esselatu Hayrun Minen Nevm”

Ayrılık vakti gelmişti.

Mavi gözlü genç adam, izin istedi gitmek için…

Pilli radyo hala açıktı ve peş peşe o günün en meşhur şarkılarını çalıyordu.

Yağmur dinmişti, İstanbul sokaklarını güneş ısıtıyordu.

Yaşlı adamın masasında bir avuç zeytin çekirdeği, genç adamın cebinde ise bir tren bileti vardı.

Kader, onları o köhne odada ilk ve son kez buluşturmuştu.

İkisi de aynı şehrin çocuklarıydı…

İkisi de aynı şehrin öksüzleriydi…

Vedalaştılar…

Sabah olmuştu.

Oteldeki gariban görevli, mavi gözlü genç adama sordu:

“Beyim siz kimsiniz, kimi ziyaret etmiştiniz?”

Genç adam durdu, yutkundu, sesi kısıldı.

Ama bir cevap vermesi gerekiyordu.

Sessizce konuştu:

“Ben Raci Alkır’ım, lakin o odadaki adam ise, bu ülkede sabaha radyodan bestelediği şarkılar çalan Kemani Haydar Telhüner…”

Raci Alkır’ın cebinde Erzurum’a gidecek tren bileti vardı.

Haydar Telhüner’in ise, trenin altında can verdiğinde bir bileti bile yoktu.

“Şafak söktü yine Sunam uyanmaz

Hasret çeken gönül derde dayanmaz.”

Bizi affedin…

Sizler hayattayken kıymetinizi bilemedik.

Allah’ın rahmeti üzerinize olsun…