Köylerin köy, nüfusun kalabalık, düğünlerin çok olduğu yıllardı. Nasıl olmasın ki, Nisan ayı geldi mi yapılacak işler o kadar çoğalırdı ki…

Kış boyunca içeride ahırlarda beslenen öküzler dışarı vurulacak, alınlarına yumurta sürülecek, inekler otalatılacak, koyunlar sürüye katılacak.. Kuzular küçük çocuklara teslim edilecek, ekinler ekilecek tarlalar sürülecekti.

Sabah ezanlarıyla başlayan hayat yatsı namazlarıyla sona erecek, çocuklar akşam ezanıyla içeri girecekti. Çünkü yerler mühürlenmiş olacak etrafa sessizlik çökecekti.

Temmuz, Ağustos, Eylül ayları çalışmak için 24 saat bile yetmeyecekti. Derken güzlükler ekilecek, otlar, samanlar mereklere doldurulacak, değirmenlerde unlar öğütülecekti. Arı petekleri sağılacak, Kasım ayı başında kavurmalar yapılıp kilerdeki yerlerini alacaktı.

Tüm bunlar öyle zamanlamayla yapılırdı ki kar yağmadan işler bitirilir, karın yağması dört gözle beklenirdi. Kasım ayı ortalarından itibaren yağan karlar tabiatın beyaza bürünmesini sağlar, köylerde artık dinlenme zamanını getirmiş olurdu.

Kar yapınca ilk işin sabahın erken saatlerinde yolların açılması, camiye gidenlerin rahtça bu yolu kullanması içindi.

Annelerimiz, ninelerimiz kılınan namazların sonucunda tezek sobalarını yakar çinko demliklere suyu doldurur kaynamasını beklerken tandır başında unlar elenir, hamurlar hazırlanır ekşimeye bırakılırdı. Babalarımız camiden gelir sofra hazırlanır demli çay eşliğinde kete, çörek, göğermiş lor, arada bir kavurma sabah kahvaltımız olurdu.

Babalarımız köy odası veya erkişi odasına giderken biz çocuklar tepsi, merdiven, kızak, kayık ne bulursa köyün yamaçlarına çıkar öğle namazına kadar kayar elbiselerimizi sırılsıklam su ederdik.

Öğle ezanlarıyla birlikte babalarımız camiye giderken bizlerde evlere dağılır çeşmeden taşınacak suyu cakkıl yardımıyla kovalarla eve su taşır görevimiz tamamlardık. Yine evde hummalı çalışma başlar sofra kurulur ailecek yemeğimiz yedikten sonra bizler sokağa giderken babalarımız yine erkişi odasına gider ikindi sonrasına kadar orada kalır namazı kılar eve gelirlerdi.

Artık ahırda hayvanları yemlemek, sularını vermek ve kaşağıyla hayvanları kaşımak vakti gelirdi. Tüm bunlar keyifle yapılırken akşam ezanlarıyla büyükler camiye giderken bizler kaymaya devam ederdik. Tabi okul zamanı okula gider, öğretmenimizi can kulağıyla dinler Amerikan süt tozunu zorla içer, Amerikan unlarından yapılmış ekmekleri, börekleri yer çocuk aklımızla sevinirdik.

Artık akşam olmuş uzun kış geceleri başlamıştı. Köy odaları mektebe dönüşmüştü. Yaşlılar yerlerini alırken çocuklarda giriş kısmında oturur büyüklere hizmet yarışına girerdi. Öyle muazzam sohbetler olurdu ki can kulağıyla dinler, bazen büyüklerin neden ağladığına anlam veremezdik.

Büyüklerimiz Çanakkale, Allah’u Ekber, Yemen, Hicaz, Galiçya, Filistin, Bağdat cephelerini anlatır bizi tarihin derinliklerine götürülerdi. Halk hikâyeleri olan Kerem ile Aslı, Âşık Garip ile Şahsenem, Tahir ile Zühre, Leyla ile Mecnun, Ferhat ile Şirin, Köroğlu, Hazreti Ali Cenkleri, Eba Müslim Horasani ve Battal Gazi destanları türküler eşliğinde anlatılır adeta tarih bir kış boyu devam eder giderdi.

Muhammediye, Ahmediye, İslam Akaidi, Siyeri Nebi okunur insanlar dini bilgilerini tazelerdi. Tezek sobasında pişen patates közlemeleri, soba üstünde demlenen çaylar… Ah ne muhteşem günlerdi.

Kimse kimseyi incitmez, argo veya küfürlü sözler söylenmez, kimse kimseyi hain ilan etmezdi.

Hele birde herfeneler vardı ki demeyin gitsin. Dostluğun, kardeşliğin, paylaşmanın ender örnekleri olurdu.

Düğünler yedi gün yedi gece devam eder, kardeşleşme, barışma, paylaşma ve orta oyunları tam bir şenliğe dönüşürdü.

Bütün bu güzellikler bir kış boyu sürer, Martta karlar eriyince hayat yeniden başlar koşuşturma bütün hızıyla sürüp giderdi.

Sonuç olarak karların yağmasıyla başlayan, yine karların ermesiyle biten zaman köylerde hayat tam bir masal dünyasına dönüşür aylarca sürerdi…