21. Yüzyılın birinci çeyreğinde önemli bir sıkıntı ile karşı karşıyayız. İnsanlık 2019 yılının sonuna kadar teknolojik ilerlemeler ile birçok şeyi başardığını ve belki de ölüme bile çare bulacağına inanmışken şimdi sadece isimlendirebildiği aslında hakkında çok da şey de bilemediği bir virüs karşısında çaresiz kalmıştır. Elbette bunun da üstesinden gelinecektir. Lakin insanlık rolünün, insanın sınırlarının ötesine geçmemesini idraki gereklidir.

Devletler bu salgında bir taraftan yaşı ilerlemiş insanını virüse kurban vermeme çabası ile tedbirler alırken, öte taraftan da geleceğimiz teminatı olan gençlerin eğitimin içinde ve mümkün mertebe yüz yüze eğitime tabi tutma çabasındadır.

Ülkemizde de Milli Eğitim Bakanlığı sonbahar mevsimi ile beraber okulları açma ve eğitim çağında olan çocuklarımızın bu haktan yararlanmalarını sağlamak için çeşitli yollara başvurmaktadır. Uzaktan eğitim konusunda büyük mesafeler alındığı aşikârdır.

Virüs ile tanışıklığımızın üzerinden 7 ay geçti. Birbirimizi epeyce tanıdık. Onun nasıl bulaşacağını ve bizim ondan nasıl korunacağımızı artık biliyoruz. Bulaşının en önemli nedeninin birbirimize karşı mesafeyi koruyamamak olduğunu öğrendik. Ancak salgına kaynaklık eden virüs özellikle dede-nine/torun ilişkisini tehdit etmektedir. Ne yapmalı, nasıl etmeli ki bir gün muhakkak hayatımızdan çıkacak olan virüsün tehditlerinden toplumsal hafızamızın kaynaklarını yani büyüklerimizi koruyalım. Öyle ise biraz olsun ferah alanlara ihtiyacımız var. Apartmanların dar girişleri ve asansörler bizlere bu alanları vermediği aşikârdır. Nereye gitmeli, ne yapmalı ki biraz nefes alalım. Zaten beton hem soğuk, hem yorucu, üstelik toprak gibi bizdeki derdi- gamı paylaşmıyor da.

Ülkemizin tarım toplumundan sanayi toplumuna dönüşümü başka bir ifade ile köyden kente doğru akışı 1950’ler den sonra başlamış 70’ler den sonra ise iyice hız kazanmıştır. Büyük ölçüde köylerimiz ya tam boşalmış ya da birkaç yaşlı insanın yaşadığı üretim yapılamayan yerleşim birimlerine dönüşmüştür.

1989-1990 eğitim öğretim yılında başlayan ve halen devam eden taşımalı eğitimi salgını da fırsat bilerek tartışmak gerek. Okullarımız köylerdeyken, ihtiyar heyetinin doğal üyesi olan öğretmeni ile devlet köyde ve her vatandaşı ile adeta göz gözeydi. Öğretmen köyden çıkınca köylüde öğretmenin (devletin) peşinden adeta şehire aktı.

Köylerimiz salgın öncesi teknolojinin ezici tahakkümünden kaçmak, bugünlerde ise salgının zararlarından korunmak için bir sığınak olabilir. Büyük ölçüde bu sığınağı kaybetmekle beraber tabiri caiz ise Anadolu’da mayalık olarak saklanan köylerimiz ve köye ait kültürel birikimimiz yer yer yaşamaktadır.

Mayası toprak olan insanımız her ne kadar şehirde yurtlandıysa da toprağa olan hasretini hobi bahçelerinde veya ayrılarak üzdüğü köyün kenarında birazda mahcup halde yaptığı küçük evler ile gidermeye çalışıyor. Belki de köyü ile barışmanın yollarını arıyor.

Hadi gelin köyümüze dönelim diye kapsamlı bir teklifimiz olmamakla beraber köy ile esaslı bir şekilde barışmak ve ferah alanlar da izole edilmiş köylerimize okullar açarak eğitim öğretime kazandırmak ve bu vesileyle milletimizi bereketli ve geniş Anadolu toprağına bağlamak gereklidir. Artık yolu, suyu olmayan köy yoktur. Hayat eve belki birkaç gün sığar ancak henüz ucu görünmeyen bir tüneldeyiz ve ne kadar evde beklenebilir. Hayat insanın toprağa dokunarak yaşayabileceği başka alanlarda daha anlamlı ve verimli hale gelebilir. Köylerde hareketlenen yaşamın en etkin parçası okullar olmalıdır. Salgın ile zorunlu olarak aralanacak kapılardan fırsatlar çıkabilir.

Anadolu’yu bize yurt olarak bırakanlar Anadolu’nun bağrında mekteplerini de şahit olarak bıraktılar. Bizlerde köy okullarımızı yeniden yaşamın bir parçası haline getirebiliriz. Çocuklarımızı neden daha doğal ortamlarda yetiştirmeyelim ve okullarını miras olarak sonraki nesillere devredecek sistemleri neden kurmayalım?