İnsanların olduğu gibi devletlerin de geçmişlerinde yanlışları ve pişmanlık EYLÜLleri olabilmektedir.

Beşerî bir özellik olan hata ve yanılmalar, insanların şahsıyla ilgili birtakım olumsuzluklara yol açsa da, devletlerin hata ve yanlış uygulamaları tüm toplumu ilgilendirmekte ve o toplumun dünya kamuoyundaki prestijini sarsmaktadır.

Bu konuyla ilgili Türkiye Cumhuriyeti’nin geçmişinde yüzleşmesi gereken iki olaydan biri, 6-7 Eylül olayları, diğeri ise Varlık Vergisi uygulamasıdır.

Gayrimüslim vatandaşların hedef alındığı 6 / 7 Eylül 1955 olaylarında provoke edilmiş hazır halk kıtaları, iki gün içinde İstanbul’da binlerce Rum, Ermeni ve Yahudi vatandaşlara ait evleri, kiliseleri ve işyerlerini basarak büyük bir talan yapılmış, tertiplenen bu olaylarda mezarlıklar dahi tahrip edilmişti.

Daha önceden tasarlandığı anlaşılan bu olayların alevlendirilmesi için o günün medyasında gayrimüslim vatandaşların aleyhine haberler yapılmış, tabir yerindeyse çıkacak olaylara zemin hazırlanmıştır.

Bombanın fitili ise Selanik’te bulunan Atatürk’ün doğduğu evin yakılması haberlerinin manşete çekilmesiyle ateşlenmiş, kamyonlarla Beyoğlu’na taşınan ve ellerine demir sopalar verilen gözü dönmüş kitleler tarafından gayrimüslimlere ait taşınmazlar polis ve askerlerin gözü önünde vahşice yağmalanmıştı. Otuz civarında can kaybının yaşandığı bu olaylarda 4025 iş yeri, 1021 ev, 10 otel, 50 kilise, 19 okul, 23 fabrika, 2 sinema, 8 matbaa, 14 eczane, 1 hamam, 2 mezarlık, 4 muayenehane, 1 çiçek bahçesi, 2 pansiyon yerle bir edilmiş, bu olaylar sonrasında başta Rumlar olmak üzere çok sayıda Ermeni ve Yahudi vatandaş ülkeyi terk etmişti. Aradan geçen bu kadar yıla rağmen bu olay hakkında sır perdesi tamamıyla aralanmamış, konuyla ilgili ciddi bir yüzleşme gerçekleştirilememiştir.

Bilindiği üzere göç yolu üzerinde olan bir ülkeyiz. Değişik zamanlarda ülkelerinden çeşitli sebeplerden dolayı kaçan göçmenlere ev sahipliği yapmaktayız.

1989 yılında Bulgaristan’da zulüm gören ve Anadolu’ya sığınan 1 milyon civarında Müslüman Türk’ü ağırlamıştık.

1991 yılında ise Saddam zulmünden kaçan yüz binlerce Kürt’ün sığındığı ülke, yine Türkiye olmuştu!

2011 yılına gelindiğinde, ülkemiz uyguladığı ‘Açık kapı’ politikası nedeniyle Suriye’deki savaştan kaçan milyonlarca Suriyeli’yi sınırımızdan içeri almış, yine bu tarihlerde çoğunluğunu Afganistanlıların oluşturduğu düzensiz göçmenler sınırımızdan içeri girip, geçici korunma altına alınmışlardı.

Yaklaşık 10 yılı aşkın süredir devam eden bu göç furyası, yakın zamanda Afganistan’da dengelerin değişmesi ve Taliban’ın şehirleri ele geçirmesi üzerine yoğunlaşınca; ülkemizde, göçmen konusuyla ilgili endişeler arttı ve yoğun bir aleyhte kampanya başlatılmış oldu.

Son on beş gündür medya ve sosyal medya vasıtasıyla göçmenler konusunda son derece olumsuz yayınlar yapılmakta, artık stadyumlarda, mahallelerde tepkinin dozu artırılmaktadır.

Sosyal dengemizi bozacak ve demografik yapımızı etkileyecek olan bu gidişata elbette ki, dur demenin zamanı gelmiş ve de geçmektedir.

Ülkenin bekası, demokrasi, hukuk ve insan hakları penceresinden bakacağımız bu meselede kapılarımızı açık tutarak, göçmenlere kin tutarak ve yanlış politikalar uygulayarak sorunların üstesinden gelemeyiz.

İçinde bulunduğumuz bu ortamda itidalle hareket etmek, uluslararası hukuk çerçevesinde çözümler aramak, göçmenlerin can ve mal güvenlikleri teminat altına alarak ülkelerine dönmelerini sağlamak, sınırlarımızda ciddi denetimler yapmak önceliklerimiz arasında olmalıdır.

Göçmenlerle ilgili hassas bir dönemden geçtiğimiz bu günlerde, her türlü ajitasyon ve provokasyon olma ihtimalini göz ardı etmeden, ülke içinde yaşanan tepkinin 6 / 7 Eylül 1955 olaylarını hatırlatacak boyutlara ulaşması ihtimaline karşı tedbirli olmamız gerektiğini belirtip, her insanın kendi ülkesinde rahat ve mutlu olabileceği gerçeğini bir kez daha hatırlatmak istiyoruz.