Yarım asır önceydi. Henüz 1980 ihtilali üzerimize çökmemişti. İdealist üniversite öğrencileriydik. Yoluna baş koyduğumuz ve adına “Dava” dediğimiz bir düşünce dünyasının içindeydik. Hayallerimiz Tanrı Dağı kadardı. Bize göre ülkemiz tehdit altındaydı ve Sovyet Rusya her an ülkemizi işgal edecekti.

Gençlik enerjimizi bu uğurda kullanıyorduk. Ülkede bizden başka vatanseverin olmadığına inanmıştık. Bizim dışımızdaki her kesim ya vatan haini, ya da satılmıştı.

Vatanı kurtarmak için her reçete bizdeydi. Yaftalamada üstümüze yoktu. Merkez sağı masonlukla, sol partileri vatan hainliği ile itham eder, siyasal İslamcıları yeşil komünistler olarak bilir, İdeolojisi olmayanları ot diye adlandırırdık.

Mecliste küçük bir gruba sahip olan siyasi yapımız yine bize göre meclisin tek vatansever partisiydi.

Siyasi liderlerin birbirlerine karşı söyledikleri zehir zemberek demeçlerle kinlenir veya gururlanırdık.

Anlayışımıza göre meclis çatısı altında bulunan siyasi partileri dış güçler kurmuştu. Bu bakış açısıyla bakmayan büyüklerimizi dahi cahillikle suçlardık.

Her şeyin doğrusu bizdeydi. Tanımını bile bilmediğimiz komünizm, sosyalizm, masonluk baş düşmanlarımızdı. İçimizde manifestoyu azılı terörist diye bilenler dahi vardı. Kapitalizm kapsam alanımızda değildi.

Meclis çatısı altındaki diğer siyasi yapılanmalarla çok mesafeliydik. Onlarla bir arada olmak veya onlara selam vermek dünyamızda yoktu. Bu ölçüler içinde dünyaya bakıyorduk.

Askerlik görevimizi tamamladıktan sonra tayin yaptırmak için Ankara’ya gitmiştik. Referans bulmak ve işlerimizi kolaylaştırmak için meclise uğramaktan başka çaremiz yoktu.

Küçük bir grubu bulunan partimizin iktidara iş yaptıramadığını anlayınca, başka arayışlara giriştik ve bir ay süre ile mecliste konuşlandık. Artık siyasi dünyanın tüm gerçeklerini somut görüyorduk. Ülkenin Cumhurbaşkanı yoktu. Meclis bir türlü Cumhurbaşkanı seçemiyordu. Oylamalarda Bülent Ersoy’a dahi oy kullanılıyordu. Bu kepazeliği meclis localarından ibretle seyrederken kahroluyorduk.

Bir ay süre ile gidip geldiğimiz mecliste, siyasiler arasındaki ilişkilerin dışarıya yansıtıldığı gibi olmadığını, birbirleriyle kavgalı görünenlerin meclis çatısı altında kol kola yürüdüklerini görünce hayretler içinde kalmıştık. Dışarıda birbirlerine ağır ithamlarda bulunan ve en acımasız şekilde hakaret eden siyasilerin söylemleri ile toplumsal kardeşliğin nasıl bozulduğunu görüyorduk.

İçerideki muhabbet, dışarıdaki söylemlerle asla bağdaşmıyordu. Her zaman olduğu gibi fatura Anadolu insanına çıkarılıyordu.

Kaldığımız bir ay müddetçe siyaset dünyasını, değişik ürünleri pazarlayan çok ortaklı bir şirkete benzetmiştik. Her ürünün satıcısı ve alıcısı vardı.

Siyasetin kutuplaştırdığı kitleler birbirlerine düşman gözüyle bakarken bu kutuplaştırmalara körük tutanların çocukları yurt dışı okullarda zevkusefa ediyorlardı.

Çok canlar yanmıştı. Binlerce genç fidan toprağa düşerken, binlercesi mahpus damlarında çile çekti, bir o kadarı istikballerinden oldu, bir o kadarı da sakat kaldı. Anne babaların acıları hiç dinmedi.

Siyasi figürler futbolcuları hatırlatıyordu. Giymiş olduğu forma ile taraftarlarından alkış alan ve karşı takım taraftarlarından küfür ve hakaret yiyen futbolcunun takım değiştirip karşı tarafa geçtiğinde alkışlanıp, geldiği takımdan hakaret yemesi gibi anlamsız bir durum vardı ortada.

Aradan geçen yarım asır boyunca siyasetin taktik değiştirmediğine şahit olduk.

Bu hafta yeni yasama dönemine başlayan TBMM’deki görüntüleri izlerken bu düşüncemizde yanılmadığımızı gördük.

Birbirleriyle yan yana gelmeyen siyasi liderlerin aralarındaki nezaket ölçüleri içindeki diyalog, bizi hiç yanıltmadı.

Demokratik bir ülkede olması gereken böyle bir yaklaşımdı.

Dememiz o ki, bu içten diyalogların ve nezaketli davranışların meclis dışında da devam etmesi ve halk kitlelerini düşmanca kin ve öfkeye yöneltecek üsluplardan vazgeçilmesidir.