Başlığı Attila İlhan’ın “Böyle bir sevmek görülmemiştir” mısraından mülhem böyle yazarken, ülkemizde son zamanlarda görülen orman yangınlarının da bugüne kadar görülenlerin en büyüğü olduğuna daha da çok dikkatinizi çekmek istedim. Günlerdir dışımızdaki yangın sebebiyle içimizin yangınlarında kavrulup duruyoruz. Ağacımız, otumuz, börtü böceğimiz, hayvanlarımız ve insanlarımız ellerimizden kayıp gidiyor. Yemyeşil dağlar örtüsünü kaybedip, bozkıra dönüşüyor, tabiat kendisine reva görülen bu zulüm karşısında kendi lisanınca adeta ağlıyor ve bu gidişle kim bilir daha nice zaman da ağlamaya devam edecek. Küçük bir kıvılcımdan başlayıp, onlarca noktada sayısız yangına dönüşen felakette yok olanların yeniden oluşması için yıllar gerekecek. Bunun; vatanını, milletini seven yüreklerde oluşturduğu hüznü anlatmaya kelimeler yetmiyor. Bu yıkık dökük, kül olmuş manzara karşısında ağlayanların gözyaşları, onlarla birlikte herkesi yakıyor. Öfkemiz bir ateş topu misali, göğüs kafesimizi yakıyor ve bazen ne dediğimizi bilmez halde, şurada burada yazıp çiziyor, içimizde biriken acıyla sarhoş olmuş gibi, yalpalayıp duruyoruz.

Bütün bunları düşününce insan bazen yaz mevsiminin gelmesini istemez hale geliyor. Ama tabii ki bu mümkün değil. Mevsimler gelip geçecek ve yıllar; kalan ömrümüzü de önüne katıp geçmişe götürecek. Bizlere ise; hüzün, sevinç, yorgunluk, vuslata yabancı sevgiler ve içinde daha başka şeylerin gizlendiği bir avuç hatıra kalacak.

Yaz mevsiminde sıcaktan bunaldığımızda ilk yaptığımız iş, bir gölgeye sığınmak, bir serinliğe çekilmektir. Şehir dışındaysak, bizi sıcaktan koruyacak olan, tabii ki bir ağaç ve onun paha biçilmez gölgesidir.

Hiç şüphesiz, bin bir güzelliğin iç içe geçtiği bir manzaranın en önemli tamamlayıcısı ağaçtır. Kokusundan, rüzgârından, gölgesinden, toprağa, suya olan katkılarından, dallarında sayısız cinsteki kuşu barındırmasından tutun da, daha birçok faydasından dolayı insanoğlu için şükrü kolay kolay eda edilmez bir nimettir o. Şair İbrahim Minnetoğlu’nun da bir şiirinde söylediği gibi: “Diktiğin ağaçlar söyler, iyi insan olduğunu.”

Her mevsimin kendisine has bir güzelliği olduğunu biliriz ve sohbetlerimizde zaman zaman dile getiririz bu durumu... Ama yine de, baharın, yazın gelmesini, güneşin hararetini sırtımızda hissettirmesini daha bir arzuyla bekleriz. Gelsin de, iznimizi alalım ve kendimizi şöyle bir deniz kıyısına, dağ başına, orman kenarına atalım diye... Ancak böylece dinlendirebileceğimizi düşünürüz; iş hayatının, yoğun trafiğin ve sürekli koşuşturmacanın yorduğu bedenimizi...

Çoğu zaman öyle de olur. Tabiatın koynuna sığınmak olarak tarif edebileceğimiz bu durumun ardından, yeni bir şevkle, yeni bir heyecanla döneriz işimizin başına ve yeni bir azimle sarılırız işlerimize... Çünkü ciğerlerimiz temiz havayı solumuş olmanın, vücudumuz bereketli pınarların sularını yudumlamanın verdiği enerjiyle dolmuştur ve adeta yenilenmiştir. Onun için de, tatilin, dinlenmenin ve seyahat etmenin insan hayatında çok önemli yeri vardır. “Bir seyahat, bin gamı yok eder.” diye boşuna söylememiş eskiler...

Tabiat, bütün dinlerde kutsaldır; dinlerin özellikle mistik yorumlarında Mutlak Varlık’ın tezahürü olarak görülmektedir. Bu bakımdan en yüksek seviyedeki canlıdan maddenin en suflisine, tabiattaki her şey saygıya değerdir, incitilmemelidir, tahrip edilmemelidir.” Ne yazık ki; “Geleneksel medeniyetlerin temel ilkelerinden biri olan tabiatın maneviliği, modern insan için pek bir şey ifade etmiyor.

Hâlbuki hangi dinin mensubu olursa olsun, gerçek manada o dine inanan için, tabiat insana verilmiş bir nimettir, bir emanettir. O nimeti ve emaneti günü geldiğinde kendinden sonrakilere bozulmamış ve temiz bir şekilde bırakmak zorundadır.

Gelin görün ki; çoğumuz, bırakın bu emanete gerektiği gibi sahip çıkmayı, bunun için ağaç dikmeyi, bağrında sayılmayacak kadar nimeti barındıran ormanlarımızı gerektiği gibi korumayı, yakmaktan, tahrip etmekten geri durmuyoruz. Sanki merhametin zerresi kalmamış yüreğimizde… Hâlbuki yanan geleceğimiz... Yanan; bu topraklarda yaşayan herkese ait olan milli servetimiz, kuşumuz, çiçeğimiz... Ve yanan daha nice güzelliklerimiz... Ah insanoğlu; düşüncesizliğinin, bencilliğinin ve menfaatinin kölesi olmasının başına ne işler açacağının ne yazık ki hâlâ farkında değil.

Bu arada, ağaç dedikte; insanımızın çoğunun sevmediği kavak ağacı geldi birden aklıma. Hani; baharın sonunda ya da yazın başlangıcında, pamukçuklarını ortalığa saldığı için kızdığımız, kesmeye kalktığımız kavak ağacı var ya! Kısa bir araştırma yapıldığında gerçeğin hiçte bizim sandığımız gibi olmadığını gördük. İşte uzmanların kavak ağacıyla ilgili olarak yazdıklarından birkaç cümle:

Dişi kavak ağaçları üzerindeki tohum salkımlarında oluşan ve olgunlaşmış tohumu taşıyan pamukçuklar Mayıs ayında uçarak etrafa yayılırlar. Esasen insan sağlığına hiçbir zararlı etkisi bulunmayan ve kısa süre etrafta uçuşmaktan başka bir zararı olmayan bu pamukçuklar polen değil; ağacın tohumlarının rüzgârla uzak mesafelere taşınmasını sağlayan tabii birer paraşüttür. Buna karşılık erkek kavak ağaçları pamukçuk yaymazlar. Kent ağaçlandırmalarında pamukçuk oluşturmayan ve erkek kavak ağaçlarının (bazı kavak klonları erkektir) kullanılması halinde böyle bir sorun ile karşılaşılmayacağı açıktır.

Kavak, hızlı büyümesi ve yüksek odun verimi ile çok önemli bir ticari ağaç türü olmasının yanında, park ve bahçelerde süs ağacı olarak da kullanılmaktadır. Ancak kavaklar park-bahçe ve yerleşim yerlerinde peyzaj amaçlı olarak dikilirken, öncelikle pamukçuklarla ilgili asılsız şikâyetlere konu olmamaları için, yukarıda açıklanan özelliklerine dikkat edilmelidir. Belediyelerin, peyzaj mimarlarının ve park-bahçe düzenlemesi ile uğraşan kişilerin bu gerçekleri bilmelerinde ve şikâyetlerin önüne geçmek için park-bahçelerde mutlaka erkek kavak ağacı kullanmalarında yarar vardır.

Diğer taraftan, eğer "polen" denilen ve erkek çiçek organlarından yayılan, alerjik etkileriyle bazı insanların sağlığını olumsuz yönde etkileyebilen çiçek tozları ele alınacak olursa, sadece kavakların değil, çiçekli-çiçeksiz tüm bitkilerin üremek için polen yaydığı unutulmamalıdır.”

Tekrar konumuza dönersek, bilinmelidir ki, Dünyadaki bütün varlıkların hayatında, ağacın büyük yeri ve büyük önemi vardır. Öyle ki; inancımızda kutsallık kazanmış, bize hayat veren bir unsur olmuştur. Ta Orta Asya’dan Anadolu’ya kadar tarih öncesi devirde kaya panolarına çizilmiş olan insan ve hayvan resimleriyle birlikte, aynı panolarda yer alarak günümüze taşınmıştır ağaç. İşte bu panolarda köklü, dallı, budaklı, yapraklı olarak yer alan ağaç, “Hayat Ağacı’dır. Yeryüzünde hayatın başladığı günden bu yana insanlar ağaca saygı duyarlar. Onun için de ağaç, hemen bütün kültürlerde giderek kutsallık kazanmıştır. Milletlerin mitoloji tarihlerinde Tanrı gibi, Han gibi kabul görmüştür.

Günümüzde arada bir de olsa, fırsat bulup kırlara uzandığımızda, kısa bir an yemyeşil vadilerde dolaştığımızda, bir pınarın buz gibi suyundan yudumladığımızda ve bir ağaç gölgesine uzanıp masmavi gökyüzünü seyrettiğimizde, içimizi yaşama sevinci kaplar. Hayata başka bir açıdan, başka bir pencereden bakmaya başlarız. Bu durumda gördüklerimiz, yaşadıklarımız daha bir anlam kazanır. Rahatlarız, koşuşturmacalar altında ezilen ruhumuz ve bedenimiz kendine gelir, gerginliğin yerini ferahlık alır. Nefes alıp verişimiz bile değişir. Tabiatın o tedavi edici eli vücudumuza değince, adeta yeniden doğmuş gibi olur, şifa buluruz. Birbirine karışan çimen, çiçek, ağaç kokusu, mest eder, kendimizden geçeriz. Kendimizi niçin daha önce buralara atmadığımız için üzülürüz.

Oysa bizlere bu güzellikleri yaşatan otu, kökü, hayvanatı ve dahi o güzelim ağaçları, yani bu eşsiz ve benzersiz nimetleri, bazen düşünmeden, çoğu kez de vicdansızlığımızın nişanesi olarak tek bir kıvılcımla yakar, kül ederiz. Kendine bu kötü sonu reva görenlere yine de gönül koymaz ağaç… Toprakla buluştuğu anda, hemen salar köklerini yine derinlere… Dallarındaki bülbüller, şafak vakitlerinde güle aşk nağmeleri fısıldar. Dallarının çıkardığı ses, hasret türkülerine karışır. Hele de ılık bir rüzgâr esmeğe görsün; dans eder sanki onunla. Bir o yana bir bu yana savrulup durur. İlk fırsatta yüzünü güneşe döner ve onun ışığından ve köklerinin uzadığı topraktan aldığı güçle; gövdesi, dalları, yaprakları beslenir, kalınlaşır, irileşir, dirileşir yeniden... Ne var ki, ağaç en çok toprağa güvenir, kollarıyla sımsıkı sarar toprak anayı. İnsanoğlu ayırana dek vazgeçmez bu davranışından. Veda etmesine bile izin vermezler onu kesmeyi kafalarına koyanlar… Birden koparırlar dalını, yaprağını, keserler gövdesini, ayırırlar ana bildiği toprağının bağrından… Dayanacak gücü kalmaz, çaresiz teslim olur, parçalanır gider ellerinde… Şekil şekil, parça parça böler, üst üste yığarlar. Fakat ağaç yine de gönül koymaz. Onun için, başka sevenleri olsa da, gerçek anlamda bir tek toprak ana gözyaşı döker peşi sıra…

Ağaçlar; masalların yüklerini taşır. Nice aşklara şahitlik eder, nice acıları saklar köklerinde. Ne var ki çoğumuzun ne içi üşür, ne de canı yanar. Peki ya Âşık Veysel? Bir gönül adamı, bir yürek insanı olarak bu hoyratlık karşısındaki düşüncesini, ağacın dilinden anladığını mısralarla bakın nasıl anlatır:

Bir ulu ağaçtan bir yaprak düşse,
O anda acısın duyar iniler.
Katlansa acıya sakince geçse,
Esen rüzgârlara uyar iniler.