“Gitme ey yolcu, beraber oturup ağlaşalım/Elemim bir yüreğin karı değil, paylaşalım” diyerek, içindeki büyük mateme, daha bunun gibi nice yürek delici, hicran artırıcı mısralarla kayıt düşen büyük şair Mehmet Akif Ersoy; bir vefat yıldönümünde daha, sevenleri, okuyanları ve şiirlerini şerh edenler tarafından yâd edildi.

Sağlığında; İstiklal Marşı gibi bir anıt şiiri, bir milletin ölüm kalım meselesini anlatan bir destan şiiri ve daha nicelerini yazmasına; konuşmalarıyla, artık izmihlalimize inanan; yandık, yıkıldık, mahvolduk, artık bir daha ayağa kalkamayız, bundan sonra düşmanlarınızın elinde ebedî olarak esir yaşarız deyip, büyük bir inkisara gömülenleri yeniden ayağa kalkabileceğimize, yeniden dirilip bu topraklar üzerinde hür ve bağımsız yaşayabileceğimize inandıran millî şairin (Bazılarının bu ibareye itirazları olsa da; birileri bazı gerekçelerden dolayı katılmasa da, o bizim gözümüzde her daim Millî Şairimizidir ve hep öyle kalacaktır.); yaşarken kadrinin bilindiği pek söylenemez.

Nasıl olsa bizde değer çok ve durmadan yenilerini yetiştiriyoruz ya! Nasıl olsa onların bıraktığı koskoca boşluklar, onlardan daha iyileri tarafından dolduruluyor ya! Ne gereği var kıymet bilmenin, yaşarken anlamanın ve gereken değeri vermenin… Aslında öyle olmadığını ve gidenin yerini dolduramadığımızı çoğumuz biliyoruz. Ve ne yazık ki; on altıncı yüzyıl divan şiirinin en kudretli temsilcisi olan Bakî bile bu durumdan şikayetçiydi ve Kanunî Sultan Süleyman gibi bir büyük padişahın; "Bakî gibi büyük bir kabiliyeti bulup ona mevki vermeyi padişahlığımın en zevkli hadiselerinden biri telâkki ediyorum" demesi bile onu teselli etmemişti. Onun için de “Kadrini seng-i musallada bilip ey Bakî / Durup el bağlayalar karşına yaran saf saf.” diyerek, değerinin ancak öldükten sonra bilineceğine vurgu yapıyordu.

Mehmet Âkif’in şiirlerini okurken, karakterindeki coşkunun, vefanın, merhametin, dürüstlüğün ve mertliğin, sadakat ve tevazuun ve de bunun gibi daha birçok insanî vasfın farkında olmamak ve bütün bunları sadece yazmadığını, aynı zamanda, en derin ve katı şekliyle kendinde tatbik ettiğini görmemek mümkün mü? Ve bu durum öyle bir seviye arzediyordu ki; onu sadece dostları değil, onların dışındaki herkes takdir ediyordu.

Hem zaten bir kişiyi sadece dostlarının takdir etmesi yetmez.O kişide ki güzelliğe dikkatimizi çekecek olan, düşmanlarının, sevmeyenlerinin ve karşıtlarının da onun hakkında övücü sözler sarfetmesidir. İşte o kişilerden biri olan Nazım Hikmet, Mehmet Âkif’in inandıklarına inanmasa da; onun için “bilmem nasıl anlatsam, / Âkif büyük şair, inanmış adam” demekten geri durmuyor. Gerçi bu bölüm daha sonra bazıları tarafından sansürlenmiş. O da başka bir hikâye… Konuyu merak edenler; Haluk Oral'ın Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları arasında çıkan “Şiir Hikâyeleri” adlı kitabına bakabilirler. Yine de biz kısaca aktaralım:

Nâzım, 1939 yılında İstanbul Tevkifhanesi'nden başlayıp 1940 yılında Bursa Hapishanesi'nde bitirdiği destanının bir bölümünde Nureddin Eşfak ağzından Âkif hakkında iki defa "Büyük şair!" diyor; önce "Âkif büyük şair/ İnanmış adam", sonra "Âkif inanmış adam / Büyük şair"... İnanmazsanız, 6 Kasım 1946 tarihli Ses mecmuasında Kurtuluş Savaşı Destanı'nın "Destan" adıyla yayımlanan bölümüne bakınız; kitapta kupürü var. Daha da önemlisi, Haluk Oral aynı şiirin Nâzım'ın el yazısıyla bir nüshasını da bulmuş; "büyük şair" yerli yerinde... 1965 yılında Memet Fuat tarafından yayına hazırlanarak Kuvay-i Milliye adıyla kitap olarak yayımlanan metinde ise uçuvermiş. Sonraki basımlarda da yok...

Haluk Oral, söz konusu mısraın Nâzım Hikmet'in arzusuyla çıkarılmış olma ihtimalini de göz ardı etmemiş ve araştırmış. Vardığı kanaat, sansürün Nâzım tarafından değil, Âkif'e büyük şairliği yakıştıramayanlar tarafından yapıldığı... Çünkü Nâzım, yurt dışına çıktıktan sonra birçok şiirini bizzat seslendirmiş. Önce 45'lik plak, daha sonra kaset ve CD olarak Türkiye'de de yayımlanan bu kayıtlarda, Kurtuluş Savaşı Destanı'nın yazımıza konu olan bölümü var.

Gerçi; onun inandıklarına şüpheyle yaklaşanların, onu bu kelimelerle nitelemesi ya da nitelememesi Mehmet Âkif’in büyüklüğünden bir şey eksiltmez. Ancak bunun da önemli olduğunu unutmayalım.

İnanmış ve inandıkları uğruna hayatını vermiş bir karakter abidesi, bir örnek insan o… Aslında “Asımın Nesli” diyerek, milletinin çocuklarına olan umudunu hiçbir zaman kaybetmeyen büyük şair, bunun için inandıklarından zerrece taviz vermeyerek hayatını sürdürmüş, gelecek nesiller için kendini ortaya koymuş ve geleceğini düşündüğü o nesle örnek olacak şeklide yaşamıştır. Belki onun bu konudaki samimiyeti, karakterindeki bu yüksekliktir şiirlerini yaşatan ve geleceğe taşıyan… Orhan Okay Hoca; onu anlattığı kitabın adını “Mehmet Âkif: Bir Karakter Heykelinin Anatomisi” koyarken, işte bu yönüne dikkat çekiyordu.

Mehmet Âkif, bugün de millet olarak mustarip olduğumuz, ilerlememizi ve çağa uygun nesiller yetiştirmemizi engelleyen dertlerin ne olduğunu o günden görmüş ve bu veciz bir şekilde şiirlerinde dile getirmişti. Cahilliğe düşmandı ve insanımızın kendi işlerinden çok, başka işlerle uğraşmasından büyük üzüntü duyuyordu.

Berlin'de bulunduğu sıralarda, orada görevli bulunan askeri ve sivil aydınlarımızla da sohbetler eder. Ancak, onlara bakarak da geleceğimiz adına ümitlenemez. Çünkü, aydınlarımız sahaları dışındaki işlerle meşguldürler. Âkif merhumun ifadesiyle, durum hiç de iç açıcı değildir. Zira Berlin'deki Büyükelçimiz, Kur'an-ı Kerim tefsiri yazmaya çalışıyor ve Büyükelçilik İmamı da politika ile uğraşmaktadır.

Buna benzer örnekleri günümüzde de görebilirsiniz. Ayrıca cehalet almış başını yürümüştür ve pek az kimse, onu alt etmek için ciddi bir gayret içindedir k, bu da yeterli değildir. Bugün geldiğimiz noktada da, üniversiteden mezun gençlerimizin sayısı her geçen gün artmasına rağmen, ne yazık ki, geleceğimizi inşa etmemiz için çok ama çok gerekli olan değerler gün geçtikçe ufkumuzdan uzaklaşmakta, onların yerini toplumumuzu dumura uğratan boş işler almaktadır. Sanatta, edebiyatta, kültürde, yaşantıda, sosyal davranışlarda bugün geçmiştekinden ne kadar ilerdeyiz, sorusu ciddi olarak sorgulanmalıdır.

Âkif Bey, Berlin'in caddelerini, sokaklarını, demiryollarını, trenlerini, dükkânlarını, kahvehanelerini inceler. Çok dikkatli bir gözlemcidir. Gördüklerinden şu sonuca varır. "Bizim kıymetini bilmeyerek küstürdüğümüz İslâmî güzellikler, Almanya'ya hicret etmiş... Onların faydasız görüp kovduğu kötülükler de bizim sınırlardan içeri sızmış..."

Çalışkanlık, planlı programlı yaşamak, temizlik, birlik beraberlik oralarda görüp de takdir ettiği ve hasretini duyduğu güzelliklerden bazıları idi.İstanbul 'a döndükten sonra, "-Almanya'yı, Almanları nasıl buldun?” sorusuna verdiği cevap, yaşadıklarını ve gördüklerini özetlemesi açısından muhteşemdir:

"- İşleri dinimiz gibi, dinleri işimiz gibi..."

O gün için İslam toplumlarını bizim temsil ettiğimiz düşünülürse; bu cevapta ortaya konan teşhis, bu dairenin içindeki bütün milletler için geçerlidir ve günümüzde de bu anlamda fazla bir ilerleme kaydettiğimiz söylenemez. Zira hâlâ tedavi de bocalamaktayız ve birbirinden farklı onlarca tedavi şeklini deneyerek bir yere varmaya çalışmaktayız ki, bu şekilde bir yere varılamadığı da ortadadır.

Bir vefat yıldönümünde daha; rahmet ve minnetle anıyoruz Mehmet Âkif Ersoy’u…