Zaman eşyanın üzerinde olduğu gibi insanlarda da izler bırakır. Bu izlerin, yansımaları, tesirleri, iç âlemde meydana getirdiği etkiler kiminde derin olur, kiminde daha sathî, daha öylesine, daha sıradan ve daha boş vermişlik şeklinde. Kırışıklıkların haritaya çevirdiği yüzler de vardır ki bunlar; gördükleri, kavradıkları ve sezdikleri karşısında bir türlü kayıtsız kalmayı beceremeyip, ruhlarını görünmez bir matkapla inceden ince ve derinlemesine oyarlar.

Eşyaya ve insana bakışları farklıdır. Sevgileri, dostlukları, bağlılıkları sahicidir. Lügatlerinde günübirlik davranışa ve geçiciliğe yer yoktur. Yaşadıkları şehirleri, çocukluklarının, gençliklerinin geçtiği mahalleleri ve sokakları, şakaklarına düşen akların şahidi olan caddeleri, buralarda yer alan, ecdat yadigârı tarihi eserleri, bütün bu mekânları dolduran insan varlığını hiçbir zaman unutamaz, kaldırıp bir kenara atamazlar. Kavgaları, kaygıları, incinmişlikleri, sitemleri, sevinçleri, neşeleri hep bunların köşesine bucağına sinmiştir ve buralardan her geçişte, tıpkı canlıymış gibi o hatıraları yeniden ve yeniden yaşarlar.

Çünkü herkesten gizledikleri sırlarını, bembeyaz gecelerde sabahlara değin karda yürüyerek onlara anlatmışlar, onlarla paylaşmışlardır bütün bunları belki de… Yangınlı yüreklerini dolduran, hissiyatlarını her geçen dakikada anbean artıran ve onları aşksızlık cehenneminde çırpınanlardan ayıran inceliklerin en yakın şahitleri; belki soğuk suyundan içtikleri, gece demeden gündüz demeden akan bir çeşme, ıssızlığın her yanı sardığı vakitlerde durup seyrettikleri bir eski zaman evi, bir cami, bir mescit, bir han, bir hamam, bir kervansaray olabilir.

Bazıları bu saydıklarımıza, anlamsız ve kayıtsız bir yüzle öylesine bakıp, geçip geçerler. Ne ruhlarında bir kıpırdama olur ve ne de düşünceden ötürü yüzlerinde bir gerilme, bir kırışıklık… Oysa bazı yüzlerdeki derin çizgilerin derin düşünceleri akla getirmesi ve göreni de düşünceye sevk etmesi tabii bir neticedir.

Kimileri, ellerinde olmadığı, istemedikleri halde oluşan, miktarı az olan bu çizgileri bir takım metotlarla yok etmeye, yüzünden silmeye çalışır, kimileri ise çoğaltmaya... Aslında sonuç değişmez; her iki çehrenin sahibi de nihayetinde aynı yöne doğru gitmektedir ve bu gidiş sırasında oluşan izlerin ne kadar onarılmaya çalışılsa da durdurulamayacağı bir gerçektir.

Ne var ki, mekânlar ve eşyalar böyle değildir. Onlar zamanın yıkıcılığına karşı korunabilir, dirençleri artırılabilir ve yeniden ihya edilerek daha uzun yıllar güzelliğe yaptıkları katkı, sanattaki güzelliği vurgulamaları devam edebilir.

Böyle uzun bir girişten sonra gelmek istediğimiz nokta şudur: Mesela yıllardan beri kupkuru bir halde çeşmeliğinden yoksun bırakılan bir çeşmenin, yeniden ihya edilerek, ona çeşme olduğunun yeniden hatırlatılması...

Suları kurumuş, şırıldamaya hasret bırakılmış çeşmelerin önünden her geçişimde içimi bir hüzün sarar. Onlar artık sadece birer taş yığınıdırlar; önlerinde insan sesleri yoktur ve yürekleri soğutacak sudan mahrumdurlar. Yanık bağırlara su vermekten yoksun bırakılmış taş yığınına çeşme mi denir?

Bir başkasının cümleleriyle; “Henüz barajların inşa edilmediği, insanların klorlanmış ve tadı kaçmış baraj suyunu, “pet ” şişelerde satılan teknoloji ürünü suları tanımadıkları devirlerde,” şehirler “sayısız çeşmenin şırıltılarıyla uyur ve yine ay ışıklarını emmiş gümüş tenli çeşmelerin şırıltılarıyla başlarmış güne.

Eski zamanda hayatın içinde öylesine sıcak, öylesine dost imiş ki insanlara. Dervişlerin, oturup suyundan abdest aldıkları, yaşmaklı kadınların bakraçlarla suya geldikleri ve çocukların muslukları somururcasına su içtikleri çeşmeler. “Bir velinin kerameti gibi ” köşe başlarında, meydanlarda, cami duvarlarına sırtlarını vermiş, aniden karşımıza çıkıverirler.

Çeşmeler eşyanın arka yüzünün /Fotoğrafını çekerler / Olayların geçmiş zamanın / Toplumun ve tarihin

(...) Dağların diplerinden şehre haber getiren su anıtları. Alınlarında “ Sahibûl hayrat vel hasenât..” yazısıyla zamana karşı yaşama sınavı vermektedirler. Çiçekler ve süslemeleriyle suyun coşkusuna erişen neşeli çocuklar gibiydi bu çeşmeler. Şehrin neşeli çocukları...

Şimdi yol üstlerinde, meydanlarda taşıtların, kalabalıkların ortasında çoğu öksüz ve suçlu birer çocuk gibi durmaktadır çeşmeler. Şehrin hayatından dışlanmıştır onlar. Yanlarından geçersiniz, önlerine, hatta merdivenlerine oturursunuz da farketmezsiniz bile onları, dönüp bakmazsınız kitabelerine.

Ha çöp tenekesi, ha çeşme! Kitabeleri çatlamış, kararmış, mermerleri aşınmış, çeşmelerin alınlarına iğrenç afişler, el ilanları yapıştırılmış, yalaklarına şişeler, kâğıtlar, meyve artıkları ve pislikler dolmuştur. Onları utandıran ve kahreden budur işte. Ne mermerlerinin kırılışı ne kitabelerinin parçalanışı... Sonunda bir çöplük olmaktır çeşmeleri yiyip bitiren... Her gece bu çeşmeler bu ihanete dayanamayıp ağlar ve ay ışıklarına dökerler içlerini, bir de dilinden anlayan şairlere.

Çeşmelerin dilinden ancak şairler anlar. Üstad Sezai Karakoç’un söyleyişiyle:

Benim yalnızlığımdan / Damıtılmış çeşmeler / Kurumuş unutulmuş / Çeşmenin akışıyım / İnsanlık içinde.”

Şairin kader arkadaşıdır çeşme. “Şimdi anlıyorum niçin / Eski şairler onların / Yapımına / Tarih düşerlerdi / Kendisine benzediğini / Onun doğumunu kutlarlardı / Böylece şiirlerle.

Çünkü şairler, çeşmelerin de kendileri gibi toplumun ortasında çağıldayıp durduğunu bilirler.

O insanların susuzluğunu giderir / Arıtır ellerini ayaklarını

Şair de giderir ruh susayışını / Yıkar çirkefe batmış insan ruhunu.

Şair, kader ortağı çeşmelere bakar bakar ağlar. Çeşmeler, “Ölüm ötesinde açmış menekşeler kimliğinde bir türkü söylemektedir.” Artık okunmaz olmuş kitabeleri, kararmış mermerleriyle. Şair, ruhu kararmış gibi sıkılır, belki bir mezar taşına bir kitabeye yaptığı gibi, ceketini çıkarır, siler çeşmenin kitabesini.(...) Yunup yıkanır şair, yunup yıkansın ister insanlar. Şair, yani Sezai Karakoç, “ Çeşmeler ” şiirinin yazarı.

Şaire göre; zahiren “kuru” olan çeşmeler de “Eski zamanın kartvizitleri” olarak “Ölümsüz bir uygarlığın” “Ölümsüz kitabeleri”dir. Onun içindir ki; artık kullanılmayan terk edilmiş tarihî çeşmeler birer sanat eseri olmanın ötesinde bir anlam taşırlar.

Her biri bir zamandan ses veren çeşmeler o eski neşelerinden ve çağıltılarından uzakta, sükûtun ve sessizliğin resmini çizmekteler bugün. Matemli duruşları, ilgisizliğimizin, vefâsızlığımızın boyutunu göstermek bakımından büyük önem arz etmektedir.

Dörtgüllü (aslında Dörtyüzlü) çeşmenin önünden geçiyorum. Bosna caddesini Çaykara caddesine bağlayacak alt geçit sebebiyle ortalık toz toprak... Yürürken kulağım lülelerinden gece gündüz durmadan dinlenmeden akan suyun sesine takıldı. Birçokları gibi ben de, suyun akışından doğan musikiye ayrı bir sevgi beslerim. Dinledikçe ferahlarım, yüreğim huzurla dolar, ruhum adeta dinginleşir; kendime gelirim. Ve gittikleri yerlerdeki su kenarlarını berbat edenlere öfke duyarım.

Yıllardır suya hasret yaşayan “Dörtgüllü çeşme”, şimdilerde canlı ve neşeli bir halde akışını sürdürüyor. Eski Genel Müdürlüğünün çabaları sonucunda oluşan bu güzel manzara gerçekten övgüye değer. Çünkü sayıları giderek azalan bu ata yadigârı eserlerden elimizde pek fazla kalmadı. Kiminin suları kurudu, kiminin suları kirletildi ve bir kenara atıldı. Eski bir şehir olduğunu ispatlamamıza yarayacak mekânlarına gerektiği gibi sahip çıkılmayan bir şehirde, yeniden sularına kavuşturulan bir çeşmeden bu şekilde söz etmemiz garip karşılanmamalı.

Dörtgüllü çeşme denmesine rağmen üzerinde gül göremedik. Yukarıda bir yerde de yazdığımız gibi, Dörtgüllü değil, dörtyüzlü diye geçiyor kitaplarda... Ama biz yine de Dörtgüllü diyeceğiz. Dörtgüllü, karşısındaki Yazıcızâde ve onun az aşağısındaki, halktan pekte rağbet görmeyen Çukurçeşme bu caddeye ayrı bir hava veriyor. Fakat ne hazindir ki; senelerdir buradan geçip de, buz gibi suların aktığı bu “sahibûl hayrat”ları farketmeyen nice kişi vardır.

Etrafını kahvelerin çevirdiği Dörtgüllü çeşmenin yakınında oturup, çayını yudumlamak ve suyun sesini dinlemek ne güzel şey, ne bahtiyarlık! Karşıdaki koca koca binaların, üzerinize gelecekmiş gibi duran evlerin ortasında bir küçük huzur adacığı gibi. Uygarlığın mağlup ve mahkûm ettiği insanlar için bir kıymet ifade etmese de, mâzinin hasretiyle yanan ve onu her gün yeniden keşfedenler için küçük bir çeşme elbette büyük bir önem taşır. Çökmüşüm çeşmenin yanındaki ağacın dibine, elimde kalem, önümde kitap, bir yandan okuyor, bir yandan çiziktiriyorum.

Tarihçi Mehmet Nusret, Yakutiye Medresesi yakınında da tarihi Nakışlı Çeşmenin olduğunu belirtir. (Bu çeşmeyi, bazı eski Erzurum gravürlerinde görmek mümkündür. İ.B.) Çeşmenin ortasında (kemer aynalığında olmalı) kabartma bezemeli bir taş olduğunu ifade eder ve bu taşla ilgili bir hikâye anlatır.

Çeşmeyi yaptıran Ali ağa, çeşmenin açılışında çalışanlara ziyafet verir. Fırında ortası tereyağlı büyük bir somun yaptırır. Kahveler içildikten sonra Ali ağa şunları söyler. “Yediğiniz bu ekmeği üç akçeye ancak pişirtebildim. Paranın bu şekilde değersizleşmesi, halkın yakında göç etmesine sebep olur. Bunun acilen çaresine bakılmalıdır. Pahalılığın gelecek nesillerimize bir hatırası olarak bu taşı buraya yerleştirdim.” (*)(Ne yazık ki para hâlâ değersizleşiyor, göç ise devam ediyor. İ.B)

Çeşme kelimesinin Farsça’da “göz” anlamındaki “çeşm”den geldiği genel olarak kabul edilmektedir. Su çıkan kaynak, pınar ve gözelere “çeşme” denilmesi, bunların akıtıldığı küçük yapılara da çeşme adının verilmesine sebep olmuştur. (**)

Dörtgüllü çeşme, Murat Paşa mahallesi Saray Bosna caddesi üzerindedir. Kitabesinde yazdığına göre 1755 tarihinde İbrahim Paşa (Erzurum’da çeşitli dönemler valilik yapan Paşa, burada kaldığı dönemler içerisinde İbrahim Paşa camiini ve medresesini, Yazıcızâde çeşmesini de yaptırmış, ayrıca Zeynel camiinin onarımını gerçekleştirmiştir. Yazıcı çeşmesini “Dörtgüllü çeşmeden beş yıl önce, 1750 tarihinde inşa etmiştir.) tarafından yapılmış ve 1855 yılında ise Ahmet isimli biri tarafından tamir edilmiştir.

Dere mahallesindeki Kâzım Karabekir ilköğretim okulunun ve bugünkü Saraybosna caddesinin batı kesiminden çıkan su, Yazıcı çeşmesi ile Dörtgüllü çeşmeye verilmiştir.

“Erzurum çeşmeleri, Erzurum’un simgesi olmuştur. Tarih boyunca havası, suyu ve sağlam karakterli insanı ( Burada yürekten bir “Off!” çekip şunu yazmak istiyorum: Ne yazık ki günümüzde bu üç özelliğinden geriye pek fazla bir şey kaldığı söylenemez.) ile tanınan şehrin bu önemli özelliklerini kaybetmemesi gerekmektedir.

Çeşmelerin muhafazası, gelecek nesillere aktarılması bizlerin, özellikle de şehrin fiziki yönetim ve bakımından sorumlu belediyemizin yetkili kişi ve birimlerine düşmektedir. Bu konuda yapılacak çalışma, tarihimizin, kültürümüzün yaşatılması açısından önemli olduğu kadar, sosyal yapının sağlamlaştırılması, insanlar arasında yakınlaşma ve yardımlaşmanın da gelişmesine yardımcı olacaktır. Çeşmeler, diğer tarihî yapılar gibi şehrin kimliğidir. Onların yokluğu, kimlik bilgilerinin kaybolmasına, dolayısıyla belirsizliğe yol açacaktır. Kimliksiz bir toplumun, bir milletin varlığını ispat etmesi ise mümkün değildir.”(***)

İşte bir vefalı el çıkmalı ki, kim olduğumuzun ve ne olduğumuzun nişânelerinden olan çeşmelerimize yeniden eski güzelliklerini kazandırsın ve dinleyene bir ninni gibi gelen çağıltılarını geri versin. (Son dönemde bu iş de büyük oranda başarıldı. İlgili ve yetkililere bundan dolayı teşekkür ediyorum.)

(*)(Mehmet Nusret, Tarihçe-i Erzurum Yahud Hemşehrilerime Armağan, İstanbul, 1338, .43-45.) (Aktaran: Dr. Hüseyin Yurttaş-Dr. Haldun Özkan, Tarihi Erzurum Çeşmeleri ve Su Yolları, Erzurum Büyükşehir Belediyesi ESKİ Genel Müdürlüğü Kültür Hizmetleri Serisi-1, Erzurum 2002, s.4/ (Not: Büyük bir gayretin ve çalışmanın ürünü olan eser, baskısıyla da gerçekten göz dolduruyor. Yaşadığı şehrin geçmişini merak eden ve kimliğine sahip çıkması gereken herkesin elinde bulunması lâzım gelen bir kitap. Resimlemelerini Haluk Güçlü’nün yaptığı kitabı şiddetle tavsiye ediyor ve emeği geçenlere teşekkür ediyorum.)

(**) a.g.e.s.17)

(***) a.g.e.s.246, Kitabı hazırlayanların “Sonsöz“ bölümünden.)

(NOT: Yukarıdaki yazı, 2002 yılında yazılmış ve o günün yayın organlarında yayımlanmıştır. Yazıyı yeniden yayınlamamızın sebebi, başka yere taşınacağını işittiğimiz “Dörtgüllü” çeşme hakkındaki bilgilere kendimizce bir katkı yapmaktır. Bu cümleler; şehre sevdalı birinin yüreğinden geçenler ve tarihin bize söyledikleridir.)