Millet devletiyle tek yürek oldu, insanlık tarihine geçen seferberlik başlattı. Asrın en büyük felaketinde, on binlerce insanımızı kaybettik, 80 binden fazla insanımız yaralandı. Şehirlerimiz, ilçelerimiz yıkıldı. Kurtarma ekiplerinin olağanüstü çabası sayesinde binlerce insanımız enkazdan çıkarıldı.
Bir ferdi olmaktan onur duyduğum cennet kokulu, şefkat hamağı canım vatanım, güçlü devletim, insanlık timsali aziz milletim… Başlığa çektiğimiz bu söz, büyük şair Necip Fazıl’ın, “Zindandan Mehmet’e Mektup şiirinden yalnızca bir mısra… Ama öylesine anlamlı öylesine zengin bir muhtevaya sahip ki, adeta bugüne sesleniyor.
Nice felaketlerden geçen nice enkazın altından kalkmayı başaran nice düşmana boyun eğdiren nice elem ve kederi elbirliğiyle atlatan nice zifiri karanlıklardan kaçıp nurlu şafaklarla buluşan nice zor zamanda vakar duruşuyla insanlığa ders veren nice ihanetin ve alçaklığın ardından düştüğü yerden kalkan nice defalar komşum açsa ben tok olmaktan Allah’a sığınırım diyen şerefli bir milletsin, cennet bir vatansın ve de devlet gibi bir devletsin ey büyük Türkiye’m…
Yaramız derin, acımız tarifsiz… Zemheri de damlar çöktü üstümüze, ocaklarımız yıkıldı, canlarımız yitip gitti. Güneş bile üşüdü… Şehirlerimiz virane, yüreklerimiz birer yangın yeri... Elimizin ayağımızın birbirine dolaştığı oldu, her feryadı anında duyamadık belki… Lakin çok kısa bir vakitte tıpkı yiğidin düştüğü yerden kalkması gibi kıyam ettik… Yediden yetmişe herkes seferber oldu, sesimize ses katan dünya koştu imdadımıza… Din, dil, ırk, renk ve hasımlıklar bir kenara itildi; önce insan denildi. Savaşın eşiğine geldiğimiz Yunanistan’dan, kaç zamandır küs olduğumuz Ermenistan’a, haritada yerini bile gösteremeyeceğimiz ülkelerden büyük devletlere, İsrail’den işgal altındaki Ukrayna’ya, hemen herkes koştu geldi; hem de öyle böyle değil…
Meğerse kara gün dostu Türkiye, bunca zamandır insanlık biriktirmiş erdem inşa etmiş ve merhamet pınarları akıtmış… İşte bunun neticesi olarak bugün Türkiye, dünya gündeminde, insanlığın merceği altında… Çin’den Japonya’ya, Rusya’dan Pakistan’a, Can Azerbaycan’dan Malezya’ya, Tayland’dan Somali’ye, Katar’dan Endonezya’ya, İsveç’ten Avusturya’ya, Filistin’den Arnavutluk’a… Siyahisinden çekik gözlüsüne, sarışınından kahve renklisine… Yani bütün bir insanlık tadat oldu.
Hal böyleyken bu asil millet, büyük felakete yalnızca seyirci mi kalır? Kalmaz tabii ki ve kalmadı da nitekim… Kumbarasındaki bozuk parayı gönderen yavrularımızdan tutunuz da tek geçim kaynağı olan ineğini satıp parasını bağışlayan ninelerimize… Kolundaki bileziği bozdurup parasını depremzedeler için gönderen gelinlerden, bankadan kredi çekip yaralıların yarasını sarmak için götüren yiğitler… Sanatçılarımız, sporcularımız, iş insanlarımız, tarlada çiftçimiz, fabrikada işçimiz, kahvede çaycımız, sokakta çöpçümüz, meyhanede garsonumuz, plazalarda beyaz yakalılarımız, Şişli’de jet sosyetemiz, Dağ Mahallesi’nde fukaramız, size sevgim ve duamdan başka verecek bir şeyim yok diyen bir kadınımız, bu montu ve botu babam bana henüz almıştı, giymeye kıyamamıştım, ama siz orada ölümle, soğukla, açlıkla ve susuzlukla boğuşurken bunları giymek arıma bed gelir, bu sebeple alın siz kullanın yeter ki sırtınız gibi yüreğiniz de ısınsın diyen bir delikanlı…
Günler sonra enkaz altında çıkarılan minik bir kız, daha beş yaşında… Su ister misin diye sorulduğunda ben daha muayene olmadım dediğinde, sıcak evlerinde televizyonda o görüntüyü izleyen kim kana kana su içti, kim film izler gibi baktı o dünya tatlısı çocuğumuza… Millet olmak, tek başına bir ülkenin yasal vatandaşı olma anlamına gelmez… Millet olmak; acıda sevinçte aynı adreste buluşmak ve aynı sinede atmak demektir. Buğday tarlasında başak olmak demektir, millet olmak… Kimi kesimlerin insanlık adına utanç verici girişimlerine, siyasi açıklamalarına, tutarsız davranışlarına, samimiyet fukarası çıkışlarına rağmen ülkenin kahır ekseriyeti insanlık ölmedi, ayakta dedi.
Kış geldi mi benim canım memleketimde, ay büzülür güneş mantosunu giyer… En iyi ben bilirim soğuğun nasıl ilikleri bile dondurduğunu… Buna rağmen o gün öyle bir üşüdüm öyle bir üşüdüm ki, sandım Kahramanmaraş’tayım, sandım Adıyaman’dayım, sandım Hatay’dayım, hissettim Malatya’da yahut da Diyarbakır’dayım. Üşüdüm, çünkü yüreğim Gaziantep’deydi, Osmaniye’deydi, Şanlıurfa’ydı, bir yanım hep İskenderun’daydı… Soğuğa kılıç kuşanan bir şehrin evladı olarak o gece, ben öyle bir üşüdüm ki, sandım ki Adana değil de, ben dondum… Kilis’te kaldı yüreğimin yarısı… Nurdağı’nda mecalim tükendi, Amik’te yüzüstü yere kapaklandım… Körfez’de sulara gömüldüm, Çukurova’da yer yarıldı, yuttu beni… Biz hep birlikte zeytin ağaçlarıydık, felek öyle bir sille attı ki yarımız yerle yeksan oldu, diğer yarımız yetim kaldı. Erzurum, Erzurum olalı ne bu denli üşümüştü ne de kışın bile gözyaşlarının donduğunu görmüştü… Bıyıklarımız, kaşlarımız donardı, ama betonlar altında kalmadık hiç… Saçaklardan sarkıtlar asılır, damlarımızda iki metre kar olur, yollarımızda gidebilmek için tüneller açarız, lakin hiç bir kış; yavrularımızı, bizi ve insanlığı bu denli üşütmemişti… Anladım ki ben ilk defa üşüyorum; içimde yanan kandillere rağmen…